2 Şubat 2014 07:00

Aydın ÇUBUKÇU

Osmanlı padişahlarının hemen hemen hepsi, dönemin etkili tarikatlarından en az birine yakındı. Bir tarikatla ya da herhangi bir İslami dinsel kurum aidiyetiyle tanımlanmayan padişah yok gibidir. Bir istisna, Sultan V.Murat’tır. Mason ve Bahaî olarak anılır. Masonluğu konusunda kimi mutaassıp hanedan savunucularının itirazı vardır ama tarihi belgeler bu olayı doğrulamaktadır. Üstelik Bahaî’dir, yani, Müslümanlık açısından sapkınlık olarak nitelendirilen ve kurucusu “sahte peygamber” olarak lanetlenen bir inanca sahiptir. Bu yüzden tam bir çıkıntıdır, istisnadır. İslamcı Osmanlıcıların tesellisi, yalnızca 93 gün saltanat sürmüş olmasıdır.  

Diğer padişahlar içinde Sultan Bayezid ( 1481 – 1512 ) (Yavuz Sultan Selim’in babası) ve Sultan Abdülaziz ( 1861 – 1876 ) Bektaşi olarak biliniyor. Padişahlardan sekizi Halveti, dördü Celvetî, ikisi Nakşibendî, üçü Cerrahi, biri Mevlevi’dir. Bayramiye,  Sümbüliye, Şazeliye,  Zeyniye gibi tarikatlere mensup olanlar da vardı. Sultan II. Abdülhamid, önceleri Nakşibendî, sonra Şâzelî daha sonra Kâdiri tarikatlarına ilgi göstermiştir. İlk padişahlar, Osman, Orhan, Ahi olarak gösterilmektedir. Bu padişahların ilk halkasının da tarikat ehli olarak gösterme gayretinden başka bir şey değildir. Ahiliğin aslında Bektaşiliğin bir yönü olduğu düşünülürse, o devirler için bunun şaşırtıcı bir yanı yoktur. Ama günümüz Osmanlıcılarının bundan hoşlanacağı düşünülemez.

Aslında farklı kaynaklar padişahların mensup oldukları tarikatlar konusunda az çok değişik bilgiler vermektedir. Bazı padişahların hangi tarikatın üyesi olduğuna dair tartışmalar, Abdülhamid örneğinde olduğu gibi, birden çok tarikatla olan ilişkiden doğmaktadır.

Padişahların bu ilgilerinin kaynağında, öncelikle kendilerine eğitmenlik-öğretmenlik yapan hocaların etkisi vardır. Her biri, Yavuz’dan sonra, aynı zamanda İslamiyet’i de temsil eden halifeler olduğundan dinsel kimliklerini vurgulayan bir başka etiket taşımaları yararlıydı. Gerçekten, genel kanı açısından bakıldığında bir insanın Müslüman olması ile tarikatın üyesi olan bir Müslüman olması arasında en azından bir vurgu farkı vardır. Bu yalnızca dindarlar üzerinde etkiyi güçlendirmek için başvurulan bir yol değildir. Sultan, böylece halk kitlelerine ulaşan bir yolu da açmış olmaktadır. Tarikat, “yol” anlamına gelen bir sözcük olarak, bu ilişkiyi sağlayarak gerçek anlamına kavuşmaktadır. Hak’tan önce halka götüren bir yol. Böylece yönetilen kitlelerin eğilimlerini, taleplerini, itirazlarını öğrenmek, politika tespit ederken bu eğilimleri değerlendirmek için de tarikat mensubiyeti imkânlar sunmaktadır.

DUBLE YOL!

Demek ki yol aslında iki yönlüdür. Padişah, güçlendirilmiş bir dinsel-inançsal kimlikle halkının karşısına çıkarken, halk da tarikat önderinin sözcülüğünde onun karşısında konuşacak bir dil, bir yol bulabilmektir. Bu idealize edilmiş modelde, halkın gerçek ihtiyaç ve taleplerinin mi, yoksa tarikat önderinin ve çevresinin çıkarlarının mı dile geleceği fazla tartışılmaz. Ama devletin kendi dışında kalanlarla diyalogunun bir aracı olarak göründüğü açıktır. Bu yüzden kimi yorumcular, tarikatları “sivil toplum örgütü” olarak tanımlayabilmiştir. Kuşkusuz farklı meslek gruplarını, sınıfları, toplumsal katmanları temsil etmekten çok uzak olan, sınıfsal bakımdan oldukça heterojen özellikler gösterebilen tarikatların, kendi dar çıkarlar çevresi dışında herhangi bir halk kesimini temsil ettiğini kabul etmek olanaksızdır.

Bununla birlikte, padişahın hegemonik etkisini yaygınlaştıran ve güçlendiren bir rol oynadıkları kuşkusuzdur.

TARİKAT EHLİYİM, DEMOKRATIM!

Genel olarak dinin, özel olarak da kimi inançların toplumu yönetmek ve yönlendirmek bakımından gösterdiği etkiden, padişahlık iktidarının dolaysız olarak yararlandığı tarihsel örnekleriyle önümüzde durmaktayken, kişi olarak sultanın ve çevresinin bir mensubiyetle anılmasının önemi de açıktır.

Günümüzde, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Nakşibendi  tarikatı  İskenderpaşa  dergâhı  müridi olduğu, Abdullah Gül’ün yine Nakşibendi şeyhi Abdülhakim Arvasi’nin dergâhının etkisiyle tarikat-cemaat ilişkilerine katıldığı çok söylendi, yazıldı.  Necmettin Erbakan’ın da Nakşibendî Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun müridi olduğu biliniyordu. M.Ali Şahin, Beşir Atalay, Ali Babacan, Ali Coşkun, Kemal Unakıtan, Recep Akdağ, Binali Yıldırım, Sami Güçlü, Hilmi Güler, Zeki Ergezen gibi AKP’lilerin de Nakşîbendi oldukları söyleniyor.
Bu bağlantıların kültürel, ekonomik ve toplumsal gerekçeleri elbette vardır ama asıl önemli olan siyasal etki mekanizmaları içindeki yeridir.

Nakşibendîlik, Abdülhamid döneminden bu yana,  en politize olmuş tarikattır. Abdülhamid’in jurnalciler ordusunun kadro ve istihbarat dayanağının bu tarikat mensupları olduğuna dair tespitler vardır.

SONUÇ

Özellikle Abdülhamid örneğinin açıklığa kavuşturduğu gibi, tarikatların devlete olan ilişkisinin “demokrasi” öncesindeki en önemli yönünü, “halkla ilişkiler” bölümü idi. Abdühlamid, her yönüyle en deneyimli, en etkili ve politikadan en çok anlayan padişah olarak, bu ilişkiyi kendi özel takıntılarına uygun olarak “istihbarat ağırlıklı” kullanmıştır. Atatürk ve İnönü dönemleri hariç, cumhuriyetin bütün devirlerinde, tarikat-iktidar ilişkisinin asıl önemi, kitlelerin “oy deposu” olarak kullanılmasında görülmüştür.

Diğer yandan, halkın farklı kesimleri ve hatta karşıt sınıflar içinde bile aynı derecede kabul görebilen bu türden örgütlenmelerin siyasal etkiyi ve yönlendirme gücünü katladığı açıktır. Yalnızca oy deposu olarak kullanmak, ya da “sürü halinde sevk ve idare” etmeyi kolaylaştırmaktan da ötede, güçlü bağlar yaratmak, kemikleştirmek ve körleştirmek bakımından da siyaset-tarikat ilişkisi gerici politikacılar için vazgeçilmezdir.

Evrensel'i Takip Et