Bir başka “vitrini ‘güzel’ ama içi pislik dolu kapitalizm” yazısı
Kolay olanı yapmak, yazarın işini kolaylaştırdığı kadar okurun işini de kolaylaştırır mı, yoksa yazar ve okurun ortak köprüsü olan yazının bütününü ve niteliğini zedeler mi?” sorusunu bir ara derinlemesine düşünmek lazım.
Ömer Furkan ÖZDEMİR
Kolay olanı yapmak, yazarın işini kolaylaştırdığı kadar okurun işini de kolaylaştırır mı, yoksa yazar ve okurun ortak köprüsü olan yazının bütününü ve niteliğini zedeler mi?” sorusunu bir ara derinlemesine düşünmek lazım. Lakin biz kolay olanla kastettiğimiz şeyi ortaya koyalım: Yani yazının esasen elmas ve “kanlı elmas” ticareti üzere kaleme alındığını en baştan belirtelim. Ve şunu da iliştirerek kestirme yoldan meramımıza gelelim: Yaklaşmakta olduğunu her tür kitle iletişim araçlarıyla gözümüze sokan kapitalizmin “bir oyunu olan” 14 Şubat Sevgililer Günü’nde (elbette bir işçi gazetesi olarak evrensel’in okurları ve okumakta olduğunuz yazar dahil hiçbirimizin almayacağı, ama onun şahsında her türlü “değerli” olan tartışmasına zemin oluşturacak bir metafor olarak) elmas hediyesi…
Yazının başlığını gören ve giriş paragrafını geçen okurun belki hiç şaşırmayacağı, ama belki de onu gerçekten şaşırtarak, bu kez bir “klişe”yi (Popüler olanın ortaya çıkardığı “neo-klişe”yi diyelim) alıyoruz yazımızın ana eksenine: 2006 tarihli ve Hollywood menşeili Kanlı Elmas filmini… Edwark Zwick’in yönettiği ve Leonardo Di Caprio, Djimon Hounsou ve Jennifer Connelly’yi başrollerde gördüğümüz filmimiz, Afrika’da kanlı elmas ticaretinin yarattığı vahşette yolları bir şekilde kesişen; Zimbabwe doğumlu bir beyaz olan paralı asker (yani bildiğimiz profesyonel katil) Danny Archer, bir köle olarak çalıştırıldığı elmas madeninden kaçmayı başaran ve ailesini arayan siyahi yerli Solomon Vandy ve kanlı elmas ticaretini araştıran ABD’li gazeteci Maddy Bowen’ın Sierra Leone’da türlü badireler atlatarak nihayetinde kanlı elmas ticaretinin arkasındaki büyük bir şirketi batı yargısında sanık sandalyesine oturttuğu bir hikaye ekseninde kurgulanıyor. Köyleri yakılıp yıkılan, elmas madenlerinde zorla çalıştırılan ve çoğu zaman herhangi bir uzuvu kesilerek cezalandırılan, her gün onlarcası katledilen yoksul halk; hükümetin de bilgisi dahilinde yaptıkları (Filmimizdeki elmas madeni “hükümet muhalifi isyancı”ların, ki potansiyel olarak bir sonraki hükümetin kontrolünde bir maden) bu kanlı elmas ticaretinden elde ettiği gelirle iç savaşı finanse eden ve çocuk askerlerden oluşturdukları ordularıyla savaşan gruplar ve bu durumu -her zaman tanık olduğumuz üzere- bilip de bilmezlikten gelen “batılı ülkeler”in diplomatları filmimizin fonunu oluşturuyor. Paralı askerlik yapan (Hikaye örgüsü itibariyle içine doğmuş olduğu koşulların yarattığı bir ucube olarak sunulan) Danny Archer, bir şekilde yolunun kesiştiği Solomon’a, Solomon’un elmas madeninden çalıp sakladığı elmas karşılığında, ailesini bulmak için yardım etmeye karar veriyor ve onlara kanlı elmas ticaretinin arkasındaki batılı güçleri açığa çıkarmaya çalışan gazeteci Maddy de katılıyor.
KARA AFRİKA’YI, YİNE KARA AFRİKA KURTARACAK
Herhangi bir Hollywood aksiyon filminden aşina olduğumuz “zorluklarla dolu macera” sahnelerinin arka planında ise yukarıda genel olarak verdiğimiz “kanlı elmas” ticaretinin tüm lanet gerçekliğini apaçık görebiliyoruz. Filmin söz konusu tüm “aksiyon” sahnelerinin yine de insanı (en azından yazarı) “ağlamak”tan alıkoyamıyor olduğu yönündeki subjektif tespitimizi de belirterek devam edelim ve yazımızı bir film eleştiri/analizi yazısı olmaya doğru adım adım götüren bu cümlelerden kurtulmadan önce bir “film endüstrisi” olarak Hollywood’dan çıkan söz konusu yapımın “her şeye rağmen” oldukça önemli bir film olduğunun altını çizelim. Yazımızın bu bölümünü, bu “Her şeye rağmen”lerden belki de en önemlisi olduğunu düşündüğümüz şeyle sonlandıralım: “Beyaz adam” Danny Archer olmasaydı, belki de hiç kurtulamayacak ve kanlı elmas ticaretinin arkasındaki güçleri açığa çıkaramayacak olan Solomon şahsında “Kara Afrika”nın makus talihi vurgusunu satır aralarıyla da olsa önümüze koyan filme egemen olan bakış açısı… Elbette “beyaz adam”ın kurtarıcılığı miti için ne filmimizin senaristlerini veya yönetmenini ne de bir bütün olarak Hollywood’u suçlamak gerekiyor; zira bir bütün olarak “film endüstrisi” en iyi yaptığı şeyi yapıyor. Aslında ne yaptığının farkında bile olmayarak: Egemen olanın, kendisinden önceki egemenlerden devraldığı yargıları gününe uyarlayarak devam ediyor “üretim”ine; çünkü bu devralınan miras çok eskilere Antik Yunan mitolojisine kadar uzanıyor, hepimizin bildiği üzere…
“Kader mahkumu” ezilenlerin kurtuluşu için ne hikmetse hep en az bir adet “beyaz adam” gerekiyor. Oysa egemenlerin değil ezilenlerin yazdığı tarihi okudukça “Kara Afrika”yı kurtaracak olan yine “Kara Afrika” olacak. Tarihin herhangi bir döneminde herhangi “kara”nın yaptığı gibi ve “beyaz”lar da (filmimizde Danny Archer karakterinin değişiminin de hakkını yemeyelim) kara olabildiği sürece dünya “Renkli bir dünya” olarak kurtulacak kapitalizmin sahte makyajından; diyebilmeliyiz, yani naçizane değil tam da haykırarak.
Ve yazının en başında belirttiğimiz şeye atıfta bulunarak derdimizi nihayete erdirmeliyiz: “Değer”in piyasa koşullarında belirlendiği bu sistemde, ister elmas olsun isterse bir başka “kıt bulunan” “şey” olsun, “mülkiyet”i yaratan “sahip olma” olgusunun sınıflı toplumlar tarihi boyunca tersyüz edilmiş içeriğini yeniden ayakları üzerinde doğrultarak “insan”a dair olan yapısına kavuşturmadan; kanlı ya da “legal” ticareti devam edecektir ve onu tarihin çöplüğüne gönderebilecek olan da söz konusu “sahip olma” iradesinin toplumsal karakterine yeniden kavuşturulmasından başka bir şey değildir.
Yazının son cümlelerini okurken, yazarın, 8 sene önce sinema salonundan çıkarken, -sadece milyonlarca Afrikalı’nın değil dünyanın her köşesinde milyonlarca insanın kanı üzerinden servet biriktiren- kapitalizme, kapitalist emperyalizme ve onun siyah-beyaz ve renkli her türden aracına türlü küfürleri savurmasını da tetikleyen ve onu öfkeyle ağlatan; Kanlı Elmas filminin James Newton Howard imzalı müziklerinin dinlenilmesi şiddetle tavsiye edilmektedir. (Bu yöntem Mithat Fabian Sözmen’den öğrenilmiştir.) Okur ister “Cry Freedom”a atıf desin, isterse de abartılı bir duygusal yaklaşım olarak değerlendirsin, ona saygı duyan yazar son cümlesini eklemek ister:
Çünkü bazen ağlamak da devrimci bir eylemdir, sinirlendiysek ve daha fazla sinirlendiysek, çünkü kör olası sömürü tezgahına karşı bizi ağlatacak kadar öfkemiz yoksa neye yarar mücadele, “Ekmeği son lokmasına dek yiyebilmek ve ağız dolusu gülebilmek” için… Çünkü elması “elmas” yapan, “değerli”yi değersiz, parayı “para” yapan bu düzen herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde yıkılmaktadır, yıkılacaktır, yıkılmalıdır da!