Ukrayna’da olan biten ve halkın seçeneği
1991’den bu yana yaşanan çöküşün altında AB’nin de temsilcilerinden biri olduğu emperyalist-kapitalist sistemin damgası olsa, Ukrayna halkı bunu sezgileriyle fark etse de, hedef almaya yol verecek net bir kavrayış ve bilinçlilik durumu ve bunu sağlayacak siyasi önderlikten yoksun. Bu şartlar ve ülkedeki AB ve Rus yanlısı odakların yarattığı kutuplaşma, değişim için sokaklara çıkan öfkeli insanların milliyetçi sembolleri ve AB bayraklarını dalgalandırmasına sebep oluyor.
Mithat Fabian SÖZMEN
21 Kasım akşamında Ukrayna’nın başkenti Kiev’de “Euromaidan” adıyla başlayan kitlesel gösteriler, uzun süredir Rusya ve Çin’in liderliğinde şekillenen siyasi kampın ABD-AB bloğu karşısında aldığı ilk kötü haberdi. Bağımsızlık Meydanı’nda ilk günlerde 200 bine yaklaşan kalabalık, Viktor Yanukoviç iktidarının gösterileri şiddet ve küçümsemeyle bastırma girişimleri karşısında büyüyerek devam etti. Kasım ayı sonunda “Berkut” denilen özel polis gücünü sahaya süren iktidar, 79 kişinin yaralandığı, 9 kişinin gözaltına alındığı sert müdahalesini başlattı. Saldırı, Ukrayna’daki eylemleri daha uzunca bir süre düşmemek üzere Batı medyasının manşetlerine taşırken, saldırılara karşın geri adım atmayan göstericilerin coşkusu bu çevrelerde yeni bir “Turuncu Devrim” heyecanı yarattı. Örgütlülüğü ve militanlığıyla sokak gösterilerinde başrolü eline alan ırkçı Svoboda (Özgürlük) partisinin bir rahip eşliğinde Bağımsızlık Meydanı’ndaki Lenin heykelini yerle bir etmesi de Batı medyasındaki (keza Türkiye medyasındaki) neşeyi artırdı. Gösteriler, bu yazının yazıldığı Ocak ayının sonlarına değin devam ederken, son gösterilerde 5 kişinin ölümü ve muhalefetin hükümete ültimatom vermesi durumu iyice gerginleştirdi. Bu arada, AB ve ABD’den önemli politik figürler sık sık ülkeye gelerek gösterilere destek vermekten çekinmediler. Muhalefet liderleri de, ABD’den ülkeye yaptırım uygulamasını isteyecek kadar gözü pekleşti Amerikancılıkta.
Rusya ise, Batı’yı, Ukrayna’daki gerçekliği ters yüz etmekle ve gösterileri kışkırtmakla suçladı. Yanukoviç Hükümeti de, aslında iktidarının ilk gününden bu yana olduğu gibi, AB’ye karşı soğuk olmakla birlikte kapıları kapatmayan, ancak Rusya’yı da her zaman evine buyur eden tutumunu sürdürdü. Rusya ile 15 milyar dolarlık kredi ve doğal gaz fiyatında indirimi içeren bir anlaşma üzerine sağladığı mutabakat bu durumu perçinledi. Bunda kuşkusuz Rusya’nın pozisyonu ve gücü belirleyici oldu. Ukrayna Hükümeti son olarak da eylemcilere karşı sert cezaları öngören bir kanunu Meclis’ten geçirdi. Bu kanun, ülke içi muhalefetin ve AB’nin büyük tepkisini çekti.
Gösterilerin başladığı Kasım ayına dönersek, Rusya’nın AB kalesine attığı 2 kritik golü hatırlayacağız. Ukrayna Hükümeti, önce “Turuncu Devrim”in liderlerinden, hali hazırda karıştığı yolsuzluklar sebebiyle cezaevinde bulunan Yuliya Timoşenko’nun özel bir izinle Almanya’da tedavi edilmesine izin vermeyerek, AB’nin uzunca bir süredir devam ettirdiği kampanyayı boşa düşürdü. Daha sonra da, Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta AB ile imzalaması arzu edilen ortaklık anlaşmasını durdurdu.
Bu 2 karar, Suriye’de işleri kendi dayattığı şekilde çözemeyen ve Rusya’nın yürüttüğü başarılı diplomasiye mahkum olan Batı’nın süregelen hayal kırıklıklarına eklenen son halka oldu.
Avrupa’nın Almanya ile Rusya arasında kalan coğrafyadaki en büyük ülkesi olan Ukrayna’nın, AB dolayısıyla Batı kampına mı, yoksa Rusya kampına mı dahil olacağı, SSCB’nin yıkılışı ve 1991’de Ukrayna’nın “bağımsız” bir ülke haline gelmesinden bu yana süregelen bir çatışma ve tartışma mevzusu. Hal böyleyken, Ukrayna cephesinden gelen bu 2 karar Moskova’yı sevindirdi; akabinde başlayan gösteriler ise Brüksel ve Washington D.C’yi.
Peki, Ukrayna’nın geleceği nerede? Batı kampında mı, Rusya’da mı? Yoksa Doğu Avrupa’nın bu en büyük ülkesinin bağımsız bir yol izleme şansı bulunuyor mu? Meseleyi tarihsel arka planından güncel gelişmelere kadar özetlerken “Meydanları dolduran yüz binler neden AB’den medet umuyor”, “AB, Ukrayna halkının sorunlarını neden çözemez” ve “Çözüm nerede” sorularına yanıt arayacağız.
KİEV DEVLETİ’NDEN 1. DÜNYA SAVAŞI’NA; BATI-DOĞU ETKİSİ
Aslında Ukrayna için bu soru uzun yüzyıllardır gündemde. 9. yüzyılda Kiev merkezli kurulan fetihçi Slav devleti (Rurikoviç İmparatorluğu) 10. ve 11. yüzyıllarda Avrupa’nın en güçlü devleti haline gelerek güneyindeki Bizans İmparatorluğu’nu tehdit etmeye başladı. Batı Roma’nın engin diplomasi becerisini miras alan ve geliştiren Bizans, zenginliğine göz diken bu kuzeyli gücü etkisizleştirmek için Peçenek ve Kıpçak gibi savaşçı kabileleri kışkırtırken, aynı zamanda Hıristiyanlığı da bu bölgelere ihraç ederek tarihi bir başarıya imza attı. Hıristiyanlığı kabulüyle birlikte Kiev, Batı ile de ilişkilerini geliştirdi. 11.yüzyıldan itibaren geçmişin fetihleri üzerinde yükselen Kiev devleti farklı soydan prenslerin iktidar mücadelesi içerisinde parçalı bir yapıya büründü. 13. yüzyıldaki Moğol istilası ise sonları oldu. Bu tarihten itibaren Kiev hiçbir zaman bağımsız bir odak haline gelemeyerek, sırasıyla Litvanya, Polonya, Kırım, Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Rus Çarlığı’nın yönetimine mahkum oldu.
19.Yüzyılda milliyetçi ve sosyalist hareketlerin ortaya çıkışına karşın, bugünü andıran bir “Batı-Doğu” saflaşması 1. Dünya Savaşı’na girilirken net bir şekilde yaşandı. Yaklaşık 250 bin Ukraynalı savaşa Avusturya-Macaristan saflarında girerken, 3.5 milyon Ukraynalı da Çarlık adına savaştı. 1917’de Sovyet Devrimi pek çok dengeyi yerle bir etti. Devrim, Doğu Ukrayna’da kendisine önemli bir taraftar kitlesi buldu ve Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Batı ve Doğu Ukrayna’da farklı devletlerin ortaya çıktığı bu dönemde, ülkenin geçmişte Avusturya-Macaristan hakimiyetinde olan bölgesinde kurulan Batı Ukrayna Halk Cumhuriyeti ile Sovyet devleti ve diğer yeni devletler arasında çatışmalar yaşandı. Bu sırada Polonyalılar Ukrayna’yı işgal ederek Batı Ukrayna’yı yendi, ancak Sovyetlere karşı aynı başarıyı gösteremedi. Riga Anlaşması sonrası, Batı Ukrayna Polonya’ya bağlanırken, Polonya da Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni tanıdı. Ukrayna’da milliyetçi hareketler silahlı yapılanmalar kurarak yeraltı faaliyetlerini sürdürürken, Ukrayna Sovyeti, 1922 yılında Sovyetler Birliği’nin kurucu cumhuriyetlerinden biri oldu.
SOVYETLER, ATILIM VE ‘BAĞIMSIZLIK’
1920’lerin başındaki iç savaşa, kıtlığa ve göçlere karşın, Sovyet iktidarı Ukrayna’da müthiş bir ulusal ve sosyal özgürleşme sağladı. Herkese iş, eğitim ve ücretsiz sağlık hakkı, kadın haklarında gerçekleşen muazzam atılım ve Ukrayna kültüründeki sıçrama güçlü sanayileşme politikalarıyla birleşti. 1930’lara gelindiğinde Ukrayna’nın sanayi üretimi dörde katlanmıştı ve dünya pazarındaki krize, 30’ların başındaki kıtlığa ve İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerine rağmen Ukrayna, Sovyetlerin en büyük 2. endüstri merkezi haline geldi.
Ukrayna, 2. Dünya Savaşı sırasında Kızıl Ordu’nun büyük bedeller karşılığı büyük bir zafer kazanan ve Nazi saldırganlığını durduran direnişine öncülük etti. 7 milyona yakın Ukraynalı Kızıl Ordu saflarında savaştı. 2 milyona yakını savaş sırasında yaşamını yitirdi. Nazi işgali sırasında özellikle Batı Ukrayna’da, kimi milliyetçiler Nazilerle işbirliği yapmaktan çekinmedi. Bu dönemde Batı Ukrayna’da yarım milyon Yahudi, Naziler ve işbirlikçilerinin kurbanı oldu. Ancak nihayetinde faşizme karşı kazanılan zaferde Ukrayna cephesinin kahramanlıkları büyük rol oynadı. Savaşta, ülkenin 1921 ila 1939 arasındaki iç savaşsız yıllarında kurulan büyük endüstrisi, kent ve kır altyapısı önemli zararlar gördü. Ancak Sovyetler 1946-1950 arasındaki beş yıllık kalkınma planında bütçenin yüzde 20’sini Ukrayna’ya ayırdı ve bölge kısa sürede kendini toparlayarak savaş öncesi dönemin dahi önüne geçen bir sistem kurdu. Ukrayna, Sovyet döneminde Avrupa’nın en önemli sanayi merkezi haline geldi. Ülkenin tarım ürünleri ihtiyacının da dörtte birinden fazlası Ukrayna aracılığıyla karşılanıyordu. Ukrayna’da sosyalist sistem, sonrasındaki tüm geri adımlara rağmen, SSCB’nin en önemli tarım, sanayi, bilim, sanat ve spor merkezlerinden biri olarak öne çıktı.
1991 VE SONRASI; EKONOMİK-SOSYAL ÇÖKÜŞ
SSCB’nin yıkılması sonrası Ukrayna için de yeni bir dönem başladı. Ukrayna kağıt üzerinde bağımsızlığını kazandı, ancak bu sözde bağımsızlık, Sovyet döneminde işçi sınıfı iktidarının kültürden sanayiye yarattığı somut değerlerle kurduğu gerçek bağımsızlığın etkisini uyandırmaktan bir hayli uzaktı. Ukrayna, işe, IMF, ABD ve AB tarafından desteklenen özelleştirmelerle başladı. Tüm eski Sovyet ülkelerinde olduğu gibi, merkezi yönetimin himayesindeki isimler, dev sanayi kuruluşlarını yok pahasına satın aldı ve bunların üzerinden devasa kârlar elde etti. Yerli oligarklar kısa sürede ülkeyi avucuna aldı.
1990’lar boyunca Ukrayna’da kapitalizm yeniden canlandırılırken, ülke, 10 yıl sonunda, nükleer savaştan çıkmış gibiydi. Gayrı safi milli hasıla yüzde 60 oranında düştü, enflasyon rekor seviyelere çıktı. İşsizlik ve sefalet koşulları baş gösterdi. Yaşam standardı büyük oranda gerilerken, ortalama yaşam süresi 10 yıl içinde 4 yıl azaldı. Pek çok Ukraynalı çözümü Avrupa ülkelerine, ABD’ye ya da Rusya’ya göç etmekte buldu, ancak oralarda da kendilerini kapitalizmin “nimet”leri bekliyordu: Güvencesiz, düşük ücretle çalışma, ayrımcılık ve sosyal haklardan muafiyet...
KUÇMA DÖNEMİ; KAPİTALİZMİN VAHŞİ RESTORASYONU
1993’teki hiperenflasyon tecrübesi sonrası, 1994’teki seçimlerle görev başına gelen Leonid Kuçma’nın başkanlığı dönemi, ülkede bugünkü saflaşmanın da ete kemiğe büründüğü dönem oldu. Batılı çevrelerin kapitalizmin dayanaklarının sağlamlaştırılması ve Batı’yla ilişkilerin geliştirilmesi görevini verdiği Kuçma, aynı zamanda Rusya’yla olan ilişkileri de geliştirdi. Oligarkların semirtilmesi döneminde, yolsuzluk, rüşvet, hile-hurda ayyuka çıktı. Özelleştirmeler sırasında yaşanan yolsuzlukları belgeleyen bir gazeteci (Georgii Gongadze), Kuçma’nın gizli emriyle öldürüldü. Kuçma, doğu Ukrayna’nın sanayi havzalarında Rusya’yla önemli ilişkileri olan oligarklarla (bunlardan biri, damadı Viktor Pinçuk’tu) bir kazan-kazan sistemi kurdu. “Turuncu Devrim” sürecinden bu yana öne çıkan Yuliya Timoşenko ve Viktor Yuşçenko gibi isimler de, servet ve güçlerini bu dönemdeki yolsuzluklarla sağladı.
Kuçma, ülkede büyük sermayeyi elinde tutan çevrelerin yaratılmasında ve korunup kollanılmasında başrolü oynarken, AB, ABD ve IMF üçlüsü, 90’ların ikinci yarısından itibaren onu Batı ekseninden uzaklaşmakla, özelleştirmeleri ve ekonomideki liberalizasyonu yavaşlatmakla suçladı. Batı, bu dönemde, tıpkı Sırbistan, Kırgızistan ve Gürcistan gibi ülkelerde yaptığı gibi, açıktan kurdurduğu ve desteklediği “sivil toplum” aygıtlarıyla ülkede yönetici sınıfa karşı gelişen hoşnutsuzluğu maniple ederek, sözcülüğü üstlenecek kurumlar yarattı. Buna karşılık, Kuçma da, Sırbistan’da Miloşeviç, Gürcistan’da Şevardnadze’nin yaptığı gibi, Batı ile kurduğu köprülerdeki trafiği artırdı ve yavaş yavaş güçlenen Rusya kampıyla ilişkilerini sağlamlaştırdı. Kuçma, 1999 seçimleriyle 2. dönemine hazırlanırken, “Turuncu Devrim”in liderlerinden Viktor Yuşçenko, 1998’de onun başbakanlığına getirildi. Yuşçenko, Batı’yla iyi ilişkiler kurdu ve özelleştirmeleri hızlandırdı. Dibe vurmuş olan Ukrayna ekonomisi bu dönemde kaçınılmaz bir gelişme gösterdi; ancak göz boyayıcı rakamlara rağmen –2002 sonrası Türkiye’de olduğu gibi– yüzde 8’i aşan işsizlik, kamu hizmetlerindeki düşüş, devamlı azalan nüfus ve göçler olduğu yerde durmaya devam etti. 2000’ler sonrası Ukrayna ekonomisi çıkışa geçmiş gibi görünse de, bir dönem Sovyetlerin ağır sanayisinin hammadde ve tarım ürünleri ihtiyacını karşılayan ülke, artık enerjide (özellikle doğalgaz) tamamen dışa bağımlı bir coğrafya haline gelmişti. Bu da, ülkenin bağımsız adımlar atabilme ihtimalini sıfırladı.
YUŞÇENKO-TİMOŞENKO DÖNEMİ; ‘TURUNCU DEVRİM’ FİYASKOSU
“Turuncu devrim”in hemen öncesinde, 2003 yılında nüfusun yüzde 30’u açlık sınırında yaşıyordu. Zenginle yoksul arasındaki fark büyük oranda artmıştı. En yoksul yüzde 10’luk kesim ulusal gelirin yüzde 3.7’sine, en zengin yüzde 10 ise yüzde 23.2’sine sahipti. Yine de, 2001’den bu yana ülke ekonomisinin ilk kez büyüme rakamları vermesi ve bunun mimarı olarak Yuşçenko’nun görülmesi, Batı’ya önemli bir fırsat sundu. Yuşçenko, Kuçma’yla yaşadığı görüş ayrılıkları sonrası 2001’de görevden azledildi. Batılı sermaye çevreleriyle ilişkilerini geliştiren Yuşçenko, içeride de Kuçma ve Donetsk ekibiyle sorunlar yaşayan ve mecburen Batı’ya yönelen Yuliya Timoşenko gibi isimlerle ittifak kurdu.
Servetini, 1990’larda Rus doğalgazını Ukrayna’nın çok sayıdaki dev sanayi kuruluşlarına, kendisi için hayli kârlı fiyatlar karşılığı satarak elde eden Timoşenko, ticari kervanına Kuçma tarafından çomak sokulduktan sonra, politikaya atıldı. Rusya ve Rusya yanlısı Donetsk ekibinin hakimiyetinin kendisine içeride “ekmek” bırakmadığını gören Timoşenko’nun tek şansı, Batı’nın desteğini alarak iktidarı ele geçirmek ve böylece ülkenin sanayi kuruluşları üzerinde yeniden söz sahibi olabilmekti.
2004’te Viktor Yanukoviç’in, Viktor Yuşçenko karşısında seçimi kazanması sonrası başlatılan “Turuncu Devrim” senaryosunda Batı’nın biricik prensesi olarak pazarlanan Timoşenko, Yuşçenko ile birlikte iktidarı ele geçirdikten sonra, kısa sürede, bu emellerini hayata geçirmek için adımlar atmaya başladı. Timoşenko, başta Rinat Ahmetov (WikiLeaks’teki belgelere göre, ekibin ‘Baba’sı) olmak üzere, Donetsk ekibinin elindeki kuruluşlara göz dikerken, hedefi, büyük şirketleri yeniden kamulaştırarak, kendi ilişkide olduğu Batı destekli ya da Batılı firmalara satmaktı. Ülkenin çelik sanayisinin kalesi konumundaki Krivorozhstal’ın Rinat Ahmetov’dan alınarak, 2005 yılında, Hint milyarder Lakşmi Mittal’in Mittal Çelik firmasına satılması, bunun en belirgin örneklerinden biriydi. Dünyanın çelik üretimindeki önde gelen kuruluşlarından biri olan Krivorozhstal’ın üretim rakamları o tarihten bu yana hızla düşerken, Mittal, 55 bin olan çalışan sayısını da 35 bine kadar azalttı (15 bine kadar azaltılacağını duyurdu). Tek başına 40 bin kişilik bir işsizler ordusu ve üretimde azalma yaratan bu örnek, Yuşçenko-Timoşenko döneminin neden kısa sürede ömrünü doldurduğuna yalnızca bir örnek teşkil ediyor.
2004 seçimlerinde 48 milyonluk Ukrayna’da 5 milyon kişiyi iş sahibi yapacağı vaadini öne süren Yuşçenko-Timoşenko kampının bol keseden verdiği vaatler, kısa sürede kocaman bir yalana dönüştü. Yuşçenko ve Timoşenko birbirine düştü ve ‘Turuncu Devrim’ Batı açısından hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Yuşçenko tamamen gözden düşerken, Timoşenko 2007’deki seçimlerle başbakan oldu. Bu dönemde Rusya’yla yaşanan anlaşmazlıkların doğurduğu doğal gaz krizleri, sadece Ukrayna’yı değil, tüm Avrupa’yı vurdu. 2010 yılı geldiğinde, artık Rusya 2004’te olduğundan çok daha güçlü bir pozisyondaydı ve doğalgaz krizi, hem Avrupa hem de Ukrayna için fazla zararlı hale gelmişti. Timoşenko yönetiminden duyulan hayal kırıklığı, 2010 seçimlerinde Yanukoviç’i yeniden iktidara taşıdı. Batı’nın PR kraliçesi Timoşenko ise, yaptığı yolsuzluklar sebebiyle cezaevine konuldu.
2010 SONRASI YANUKOVİÇ DÖNEMİ; AYNI BURJUVANIN LACİVERDİ
Doğu’nun sanayi havzasına hükmeden Donetsk ekibinin, Rusça konuşan ve ülke nüfusunda yüzde 20’ye yakın bir yekun tutan Rus azınlığın, ayrıca güney ve doğudaki işçiler içerisinde az çok nüfuzu olsa da, bağımsız bir çizgi izleyemeyen, Rusya yanlısı Ukrayna Komünist Partisi’nin defacto desteğine sahip olan Bölgeler Partisi, kapitalist azgınlıkta da siyasi rakibini aratmadı. Elindeki Rus azınlık desteğini, ülke üzerindeki AB-Rusya etkisinin yarattığı ayrımları, ülkedeki etnik farklılıkların doğurduğu kimi suni gerginlikleri ve işçilerin bağımsız bir sınıf partisinin yokluğunu kullanarak işçi hareketini etkisizleştiren Yanukoviç iktidarı, 2010 sonrası ekonomideki gidişatı değiştiremedi. Üstüne üstlük, işçi hareketindeki zayıflıktan güç alarak, oligarkların emriyle, çalışma yaşamına yönelik büyük bir saldırı harekatı başlattı. Haftalık maksimum çalışma saatini 40’tan 48’e, günlük maksimum çalışma saatini 8’den 10’a çıkarmak; esnek ve güvencesiz koşulları yürürlüğe koymak; sendikalaşmaya iş kolu barajı getirmek isteyen hükümetin bu çabaları, işçilerin, iktidar için “sürpriz” kitlesel eylemleriyle geri püskürtüldü. Ancak hükümetin ajandasında bunların ve hatta neoliberal dönüşümü tamamlayacak kamu hizmetlerindeki özelleştirmelerin olduğu biliniyor (Özel kuruluşların açılmasına izin verilse de, eğitim ve sağlığın parasız olması gibi Sovyetlerden kalma kazanımlar halen hayatta). Ayrıca eklemek gerek ki, –gerçekçi ya da değil– AB üyeliği, Bölgeler Partisi’nin de seçim vaatlerinden biriydi.
HALK NEDEN AB’DEN MEDET UMUYOR?
Bu şartlar altında AB, giderek çekiciliği azalsa da, hala halk için bir değişim umudunu simgeliyor. Batı yanlısı ve en çok “Avrupa” sakızı çiğneyen Timeşenko’nun yolsuzluklarıyla atbaşı giden halkın yoksullaşması ve işsizlik rakamlarındaki artış, sadece Timeşenko’yu değil, onunla birlikte AB’nin halk üzerindeki etkisinin kırılmasına götürse bile, “Avrupa” ideali hala özellikle ülkenin batısında bir ölçüde geçerliğini koruyor. 1991’den bu yana yaşanan çöküşün altında AB’nin de temsilcilerinden biri olduğu emperyalist-kapitalist sistemin damgası olsa, Ukrayna halkı bunu sezgileriyle fark etse de, hedef almaya yol verecek net bir kavrayış ve bilinçlilik durumu ve bunu sağlayacak siyasi önderlikten yoksun. Bu şartlar ve ülkedeki AB ve Rus yanlısı odakların yarattığı kutuplaşma, değişim için sokaklara çıkan öfkeli insanların milliyetçi sembolleri ve AB bayraklarını dalgalandırmasına sebep oluyor.
Oysa kendisi de çıkmaz bir ekonomik sokağın içerisinde debelenen AB, Ukrayna halkının sorunlarını çözme noktasında hiçbir somut projenin adresi olamayacak durumda. Ülkede AB yanlıları, AB üyeliğinin yeni iş sahaları açacağını, yolsuzluklara son vereceğini, mali destek sağlayacağını ve AB ülkelerinde serbestçe seyahat hakkı sağlayacağını propaganda ediyor. Ukraynalılar, AB’nin vaatlerinde Batı Avrupa’nın en güçlü ülkelerindeki ya da İskandinavya’daki “refah”ı görse de, gerçek çok daha farklı. Portekiz, İspanya, İtalya ve Yunanistan’daki ekonomik darboğaz bir yana, bugün İngiltere’den Fransa’ya, hatta AB’nin en güçlü ülkesi Almanya’da dahi kemer sıkma politikaları, emekçiler için çalışma ve yaşam koşullarını bir hayli kötüleştirmiş durumda.
Doğu Avrupa’nın AB’ye yakın dönemde katılan ülkeleri de, AB politikaları uyarınca belirlenen benzer mali reçetelerle boğuşuyor. Kemer sıkma ve özelleştirme politikaları hızlı bir şekilde uygulanırken, olası bir üyelikte Ukrayna halkını bekleyen de, bundan daha farklı bir şey olmayacak.
AB’NİN YARARI YOK, ZARARI VAR
James Petras, bu denklemi şu sözlerle ifade ediyor: “Ukrayna’nın AB’ye girmesi demek, şu anda Güney Avrupa’nın düştüğü tuzağa düşerek küçük ve orta ölçekli endüstrisi dahil birçok şeyini kaybetmesi demektir. Yani, özellikle de imalat sektöründe Almanya ya da Fransa ile rekabet edecek güçte olmadığı için Portekiz, Yunanistan ve aynı durumlardan etkilenen diğer ülkelerin yaşadıklarını yaşayacaktır. Öbür tarafta, Ukrayna ürünlerinin rekabet gücünün olduğu Rus pazarına girme olanağını kaybedecektir.”*
James Petras’ın çizdiği bu gelecek projeksiyonu meseleyi kısaca özetlerken, AB’nin de, Ukraynalıların sorunlarını çözmek bir yana daha da derinleştireceğini gösteriyor. Üstelik enerji ve ticari anlamda en önemli ortaklığı Rusya ile olan Ukrayna’nın şu aşamada Moskova ile köprüleri atmasının faturası ilk olarak halka kesileceği için, ekonomik sorunlara yenilerini ekleyecektir. Rusya’nın, Yanukoviç Hükümeti biraz naz yaptığında dahi doğal gaz bağımlılığı kozunu kullanarak dengeleri hemen lehine çevirebildiğini de hatırlamak lazım.
Kısacası denebilir ki, Ukrayna’nın AB üyeliği (ya da Rusya’yla köprüleri atması), ülkedeki aşırı sağcı, ırkçı, liberal güçlerin Rus düşmanlığı üzerinden yükselen milliyetçi duygularını okşamak dışında kimsenin bir işine yaramayacaktır.
ÇAĞIN SORUNU: ‘BOŞLUĞU KİM DOLDURACAK?’
Ukrayna’da halkın geniş kesimlerinin düzene karşı öfkeli olduğu açık bir şekilde görülüyor. Bu öfke de başta ekonomik sebeplere dayanıyor ve taleplerini de bu temelle oluşturuyor. Yüz binler halinde sokaklara çıkarak devlet şiddetine meydan okumayı göze alan bu öfkenin sorunu, aslında son yıllarda dünyanın pek çok farklı noktasında patlak veren kitlesel gösterilerle aynı. Dünya kaynıyor. Halklar Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, mevcut düzene karşı meydanları zapt etmekten çekinmiyor. Ancak kitlesel öfke, taleplerini çözüm alıcı bir sistem karşıtı program etrafında toparlayamıyor. Bu konjonktürde, Ortadoğu’da İhvan, Ukrayna’da ırkçı, liberal partiler örneğinde görüldüğü üzere, boşluğu gerici burjuva güçler dolduruyor. Halklar çoğu zaman devrimci, “üçüncü” bir seçeneği dahi karşısında bulamıyor ve iki gerici kampa yedekleniyor.
Son dönemde moda “sol” akımlar, dünya çapındaki kitlesel eylemleri örnek göstererek, örgütsüzlük güzellemeleri yapıyor. Eylemler, Herbert Marcuse’tan bu yana devam eden “işçi sınıfının önderliğinin önemini yitirdiği” teorilerinin doğrulanması olarak yorumlanıyor. Oysa tam da bu iki eksiklik, hareketlerin en büyük handikabı ve sonuç alamayışın temel sebebi olarak öne çıkıyor. Dünya çapındaki kitlesel eylemler, farklı coğrafyalarda farklı şekillerde sokağa yansırken, halkların kendi bağrından çıkarttığı örgütlerle bu sorunun çözümü yönünde seçenekler yaratması da kaçınılmaz görünüyor.
*ÖZGÜRLÜK DÜNYASI ŞUBAT SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR