Senin ahlakın benim ölçütüm değil
Bu hafta; televizyon ve dizi furyası içinde “yine de tiyatro” diyen, televizyonu inkar etmeden tiyatroyu da sürdüren bir konuğumuz var: Oyuncu ve Yönetmen Yıldıray Şahinler...
Özgür ÖZGÜLGÜN
Bu hafta; televizyon ve dizi furyası içinde “yine de tiyatro” diyen, televizyonu inkar etmeden tiyatroyu da sürdüren bir konuğumuz var: Oyuncu ve Yönetmen Yıldıray Şahinler... 2006 yılında kurulan İstanbul Halk Tiyatrosu’nun kurucularından. Erkan Can ve Cem Davran gibi arkadaşlarıyla birçok oyuna imza attı... Şahinler ile İstanbul Halk Tiyatrosu, Gezi, Beşiktaş ve gelecek üzerine keyifle söyleşiyoruz.
Sevgili Yıldıray Şahinler, sohbetimize İstanbul Halk Tiyatrosu ile başlayalım mı? Bir grup adam neden toplanıp da böyle bir tiyatro kurdunuz? Çünkü bildiğim kadarıyla sen 2006 yılına kadar şehir tiyatrosu oyuncusuydun. İstediğini yapabilirdin Şehir Tiyatrosu oyuncusuyken de?
Yaptırmıyorlar işte... Türkiye’nin yıllarca yaptığı sansür baskısını biz yıllarca yaşadık, yaşıyoruz da Şehir Tiyatrosunda, bana artık en dayanılmaz gelen noktası, kendi yönettiğim bir oyun olan “barut fıçısı” isimli oyunda oldu. Arkadaşlarıma derdim ki; “biz barut fırçası yeraltı teşkilatıyız arkadaşlar”. O zaman da sonra İstanbul Halk tiyatrosu şekillendi. Ben zaten egosu yüksek biri değilim, çorbadan kafasını çıkartan havuç değil çorba olmak isterim. Egomu beslemek yerine, kendimi sahne üzerinde liderlik etmeye yönlendirmişim, sonra Barış Dinçel’in de gazıyla ilk yönetmenliğime Barut Fırçası ile başladım. Toplumdaki şiddet eğiliminin nasıl katlandığını ve nasıl büyüdüğünü yansıtıyoruz.
İstanbul Halk Tiyatrosu, 2006 yılı Aralık ayında İstanbul Şehir Tiyatrosu sanatçılarından Bahtiyar Engin, ben, Levent Üzümcü, Kemal Kocatürk ve Dolunay Soysert tarafından kuruldu, Erkan Can ve Cem Davran da aramıza katıldı keyfimiz yerinde.
Yıldıray Şahinler olarak kendinle ilgili neler dersin?
Bugüne kadar kimsenin desteğini görmeden, birinin kanatları altına girmeden, kendi kendime tiyatrocu oldum. Desteksiz bu işe soyunmak aslında cesaret işiydi, biraz kendim ettim kendim buldum aslında... Şehir Tiyatrosundan aldığım üç kuruş yevmiyeyi biriktirip, İngiltere’ye gittim, düşün ne cep telefonu var ne bir şey; uçağa bindirilip geri gönderilme riskini göze alarak, Londra hayalimi gerçekleştirdim. Bol bol tiyatro seyrettim. Ama bu arada garsonluk yaptım, temizlikçi olarak çalıştım, her işi denedim, İngilizce’den çeviri yapacak kadar yine kendi çabamla İngilizce öğrendim.
Şöyle bir tribin oldu mu; "yaşıtlarım genel müdür, CEO oldu, ben ne yapıyorum" gibi...
Biliyorsun benim iki mesleğim var, dalış öğretmeniyim tiyatronun yanı sıra. Oyun oynuyorum, insanlara mutluluk veriyorum ve bunu başarıyorum, bir de üstüne para veriyorlar. Bunun tam tersi, yaşıtlarım genel müdür oldu diye aslında ben “yazık” diyen taraftayım, sözüm meclisten dışarı...
Dönem değişiyor tabii şimdi, siz ustalaşıyorsunuz, İsmet Ay vardı bildiğiniz büyük usta... Kamuran Üsluer vardı, Erol Günaydın’lar, bu büyük ustalar Adile Naşit, Nejat Uygur gibiler bir daha hiç olmayacak. Şimdi sıra sizde, yaş kemale erdi mi?
Kelimelerle anlatmak zor, büyük bir düşünürün bir lafı var çok severim. “Çocukluk gökyüzü gibi insanı hiç terketmiyor”. Ben de öyle biriyim biraz. Şimdi öğrencilerim de var, aslında onlara nasıl aktarmam gerektiğini de öğretiyorlar sana yaşamın içinde ilerlerken, derslerimiz sahne Cihangir’de. Genç arkadaşlarımızı auditionlar yaparak seçiyoruz. Üstlerine titriyoruz ama bu arkadaşları yetiştirirken ve deneyimlerimizi aktarırken, daha sorumlu hissediyoruz doğal olarak. Toplumcu tiyatroyu önemli buluyorum, babamın bana miras bıraktığı dünya görüşü bu, hatta tuttuğum takım da ondan kalan bir hediye bana. İlkokuldayım Beşiktaş 10. sırada ama yine de onu tutuyordum, biliyorsun biz halk takımıyız ama ben çocukluğum boyunca şampiyonluk görmedim.
Ben de böyle bir durumdayım aslında, babam Beşiktaş’liydi. Ben de öyle ama bak şu an oğlum Fenerli...
Bu neden oluyor bilmiyorum, jenerasyon mu dersin, yoksa yeni neslin Beşiktaş’ı sevmemesinden mi, nedense pek babadan oğula geçmiyor artık sanki.
Bak aslında beni Fenerli yapmaya uğraştılar ve başardılar da bir dönem ama babam dedi ki biz yenilmeye ve bu yenilgiyi de hazmetmeye hazır bir takımız, korkacak birşey yok bunda. Gel benim yanıma dedi ve ben de babamın elini tuttum, bir daha da beni kimse başka takıma yönlendiremedi Beşiktaş dışında.
Gelecek için ne düşünüyorsun? Memleket için karanlık bir tablo var, devlet yardımı konusu ve bunun üzerine de bir ahlaki kriter koydular...
Zaten o yardımı almazdık biz merak etme, o kriterlere ben uyamam çünkü, tiyatrocu zaten namuslu ve iyi insandır, senin ahlakın benim ölçütüm değil. Halka kötü bir şey göstermek ister mi tiyatrocu?
KUYUMCUYA YÜZDE 1 TİYATROYA YÜZDE 18
Bir tane lokomotif oyun olur, diğerlerini de beşler, böyle kaygılarınız vardır mutlaka özel tiyatro olduğunuz için. Bu lokomotif oyunu para kazanırken devam ettirip diğer oyunlara da zemin hazırlıyor musun?
Çok şükür öyle düşünmek zorunda kalmıyoruz, oyunlar doluyor çünkü, büyük salonlarda oynuyoruz ve maalesef pahalı tiyatro yapıyoruz, kalabalık kadrolarla işler yapıyoruz ve pahalı oyuncular, pahalı dekoratörlerle çalışıyoruz, çok masrafımız var vergi de kaçırmadığımız için haliyle. Ama devlet kuyumcudan KDV’yi yüzde 1 alırken, bizden yüzde 18 alıyor. Dolayısıyla çok büyük masraf çıkıyor cidden. Seyircilere söyleşen buna inanmaz ama sağ olsunlar bizi hiç yalnız bırakmıyorlar, üç oyunumuz var kapalı gişe oynuyoruz. O yüzden kaygıya düşmeden inandığımız tiyatroyu yapmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Avantajımız şu oluyor, televizyondan tanınan ama gerçek tiyatrocularla çalışıyoruz. Cem Davran’a televizyoncu diyemezsin mesela.. Şehir Tiyatrolarında büyümüş, hakeza Erkan Can, televizyoncu değil, has tiyatrocu ama yanlış anlaşılmasın tanınmış olduğu için değil aynı düzlemde düşündüğümüz ve yoldaş olduğu için birlikte çalışıyoruz. Ama tabii ki televizyonda tanınmanın seyircinin seni tanıması açısından tabii ki faydası oluyor.
Televizyon ve tiyatro birbirini beşler hale geldi. Çünkü televizyonda görüp sonra benimle fotoğraf çektiriyor, sonra da aa bu adamın tiyatrosu varmış hadi gidelim diyorlar, bu iyi bir şey. Ben de bunun tüccarca yapıp, suiistimal eden bir karakter değilim, seyircime en iyisini veriyorum.
ONLAR KAYBEDER!
Ben iki belediyede çalışıyordum; Küçükçekmece ve Eyüp. Ama Gezi sonrası her ikisinden de ihraç edildim.
Bunları aşmak lazım, senin görüşüne herkes uymak zorunda değil ki aslında o adamı kaybederek kendine kötülük yapıyorsun, bunun farkında değiller.
Bize inanmaları lazım, terörist değiliz ki...
Gezi Parkı konusunda ise benim işlevim Gezi Parkında olmak değildi. Benim işlevim tiyatroda gezi parkını oluşturmak. Mesela Alevli Günler’de biz bu dinamikleri tartışıyorduk ve beş yıl önceden. Benim işlevim topluma işaret edici bir noktada durmak, topluma yol gösterici misyonu üstlenmek. Sen şimdi Küçükçekmece Belediyesi senin işine son verdi diye inandığın şeyi savunmaktan mı vazgeçeceksin? Kendi kayıpları gerçekten.
Biliyorsun baskı arttıkça sanat ileri gider, dertlerini daha kuvvetle söylerler, bizim oyuna gelenler “her yer taksim her yer direniş” diye oyunu bölüyorsa, bunun bir anlamı var, biz slogan tiyatrosu yapmıyoruz. Allah razı olsun AKP’den bizi tiyatronun özüne döndürdüler. O gençleri bize kazandırdılar, müthiş genç oyuncular ve genç yetenekli yönetmenler var. Kumbaracı 50, D22 vs. bir çok tiyatro var; hepsini izlesinler, bence herkes hayran olacak.