8 numaralı jüri üyesi
Adalet söz konusu olduğunda (ki hep söz konusu olur, hiçbir zaman gerçeğine rastlayamayız) ‘’12 Kızgın Adam’’ (12 Angry Men) düşer aklıma. Sidney Lumet’nin eskimeyen klasiği tüm kanıtların ve tanık ifadelerinin suçlu gösterdiği bir genç adam hakkındadır. Genç adamı görmeyiz. Filmin tamamı jüri odasında geçer. 12 kişiden oluşan jürinin kararı bellidir.
Hasan CÖMERT
Adalet söz konusu olduğunda (ki hep söz konusu olur, hiçbir zaman gerçeğine rastlayamayız) ‘’12 Kızgın Adam’’ (12 Angry Men) düşer aklıma. Sidney Lumet’nin eskimeyen klasiği tüm kanıtların ve tanık ifadelerinin suçlu gösterdiği bir genç adam hakkındadır. Genç adamı görmeyiz. Filmin tamamı jüri odasında geçer. 12 kişiden oluşan jürinin kararı bellidir. Dava üzerine fazla düşünmezler, bir an önce karar verip evine dönmek isteyen 11 jüri üyesine göre genç suçludur. Sadece 1 tanesi aksi yönde görüş belirtir. Herkes şaşırır, suç bu kadar ortadayken 8 numaralı jüri üyesi neden çoğunluğa uymamıştır? Bir bildiği mi var? Hayır, sadece bir insanın hayatıyla ilgili kararın 5 dakikada verilmeyeceğini savunur. Ve sonrasında ‘suçlu’ diye karar veren bütün jüri üyelerinin düşüncelerini değiştirecek gerçekleri izleriz. 12 Kızgın Adam, hukukun işleyişi, vicdan ve çoğunluğun tahakkümü üzerine kusursuz bir filmdir. Bugün hâlâ 1957 yapımı bir filme referans verecek bir gündeme sahip olmamız ise bir o kadar acı…
Her güne yeni görüntülerle, ses kayıtlarıyla başlıyoruz. Geçmişin kirli hesapları bir bir ortaya dökülürken yaşadığımız sistemin baştan aşağı kokuşmuş olduğuna milyonuncu kez şahit oluyoruz. Şaşırmanın tedavülden kalktığı bu yeni dönemde normalleşme iliklerimize kadar işlemiş durumda; görüntü, ses kaydı, belge vs. ne varsa sadece taraflar arasındaki gol düellosuna meze oluyor.
“Kabataş’ta saldırıya uğrayan başörtülü kadın” iddiasının görüntüleri ortaya çıktıktan sonra bu görüntülerin herhangi bir şeye etki edeceğini düşünen oldu mu? Ya da yolsuzluk ve medyaya müdahale ile ilgili ortaya çıkan ses kayıtları birilerinin utanmasını sağladı mı? Artık gerçeğin kendisiyle ilgilenmiyoruz. Gerçek sadece körü körüne inanılan fikirleri güçlendirmeye yahut sosyal medyada mastürbasyon yapmaya yarıyor. Başbakanının defalarca yalan söylediği, gazetelerinin yalan, uydurma deliller ürettiği bir ülkede kim gerçekle ilgileniyor ki? “100 kere izledim, Ethem Sarısülük videosunda görünen polis vurmuyor. Başka bir yerden açılan ateşle düşüyor yere” diye tweet atan kişiyle biz aynı videoyu mu izledik? Kendini konumlandırdığı siyasi pozisyona göre gerçeği olduğundan başka göstermeye çalışan bu kişiler daha ne kadar alçalabilir, insanlıktan düşebilir? Genel yayın yönetmenliği yapmış bir ‘gazeteci’ “Kabataş görüntülerini izledim” diye niye yalan söyler, böyle bir şeye ihtiyaç duyar? Yalan söylediği ortaya çıktığında bile bunu sürdürmeye nasıl devam eder, bir özür bile niye dilemez? Aslında cevap basit. Türkiye’de yıllarca gazetecilik yapan bu isimlerin bağımsızlıkla, gerçekle hiçbir zaman işleri olmadı. Dışarıya çok güzel imajlar satarken, köşelerinde hak, hukuk diye sayıklarken aslında hep yalan söylediler. Kabataş’ta saldırıya uğradığını iddia eden başörtülü kadınla söyleşi yapan ünlü gazeteci ilk kez mi yalan söylüyor sizce? El çantasını bile 1 metre arkasından yürüyen asistanına taşıtan bu köşe yazarının yazdığı “adalet” yazılarını çok mu gerçek buluyorduk? Bir şeylere uyanmamız için yalanın büyük olması mı gerekiyor? Köşe yazılarında muhalif ya da vicdanlı yazılar yazıyor gibi yapmanın artık bir gereklilik olduğunu bilmiyor muyuz? Her gün okuduğumuz gazeteler ne kadar doğru ki? Ya da ana akım medyada yöneticilik yapıp, bütün pisliğe bulanıp, en sonunda atıldığında bunları kitaplaştıranlara ne kadar itimat ediyoruz? İtirafları değerli geliyor mu, gelmeli mi bize? Açıkçası neye inanmak istiyorsak ona inanıyoruz. Alo Fatih kayıtlarına bakalım. Başka bir ülkede infial yaratacak ses kayıtları bizim için akşam sohbetlerinin konusu oluyor. Başbakan bile çıkıp bu kayıtları doğruluyor, “Ne var bunda” diyebiliyor. Gerçekten ne var bunda! Başbakan bunu doğruladı ve ne oldu? Ne değişti? İyi de oldu, oybirliğiyle “ölü’”ye “ölü” denmiş oldu.
Yalanın tek kişilik olmadığını biliyoruz. İnanılan yalanların ne olduğundan çok o yalanlara inanmak için çırpınanları unutmamak lazım. İnsanlar ölürken bile “Camide içki içildi”, “Başörtülü kadına saldırdılar, üstüne işediler” gibi yalanlara veya “Kaldırım taşlarını, otobüs duraklarını yıktılar”, “Amaçları başka” gibi cümlelere sarılan milyonlarca insanla birlikte yaşıyoruz. Ve asıl korkuncu bu. Asıl korkuncu bir başbakan, bir parti, kirli gazeteler, binlerce insan 7 genç insanın öldürülmesinden çok camide içki içilmesini önemsedi. Bu yüzden bir şeyler için umut etmek zor. Yapay gündemlere sarılan, her şeyi kutsal sayan insanların genç çocukların canını kutsal saymadığı bir ülkedeyiz. 8 numaralı jüri üyesine kulak verse keşke herkes. İnsan hayatı bu kadar mı değersiz sizin için? Halbuki bu kadar ses kaydı, görüntü, yalan, iftira, itiraf arasında gerçek öylece duruyor. Uzakta aramaya gerek yok. Birazcık vicdan, adalet duygusu yeterli. Medya için de. Gerçek bizim hayatımız çünkü, yaşadığımız coğrafya, her gün ülkenin en zenginlerine peşkeş çekilen araziler, sürekli artan AVM’ler, kentsel dönüşümle yerinden yurdundan edilenler, Türk-Müslüman-Sünni-Erkek-Heteroseksüel olmadığı için yaşamları elinden alınan insanlar, bir kutsalı olmadığı, bir cemaate girmediği, iktidarlara biat etmediği için dışlananlar, hukuksuz mahkemeler, açlıktan, adaletsizlikten ölenler, öldürülenler, kör bırakılanlar, yoğun bakımda uyanmayı bekleyen, polis sorgusunda taciz edilen, işkence edilen, babasının sırtında donarak ölen…
Önce bu gerçeği görmek gerekiyor. Yoksa, dünya kadar ses, görüntü kaydı bile düzeltemez sistemi. Neyse ki, tam aksi de olmuyor, onca pislik kapatamıyor gerçeği. Çünkü bazı şeyler asla kirlenmez. 8 numaralı jüri üyesinin durduğu yer güzel. Fazlasına gerek yok.