Çoğunluk kim, azınlık kim?
Ezgi GÖRGÜ
Onu, konservatuardan mezun olduğundan beri yaptığı işlerle andık, özellikle tiyatroda. ‘Yüzyılın Aşkı’, ‘Şeylerin Şekli’, ‘Gagarin Sokağı’ adlı tiyatro oyunlarından, ‘Ev’, ‘Tamam mıyız?’ filmlerinden tanıyoruz onu. Deniz Celiloğlu’nu bugünlerde Talimhane Tiyatrosu’nda sahnelenen ‘Bir Halk Düşmanı’nda izleyeceğiz. Kadrosunda Elif Bağcı, Ender Yiğit, Serhat Tutumluer, İpek Türktan Kaynak ve daha başka oyuncuları barındıran oyunun yönetmenliğini Mehmet Ergen yapıyor. Üçüncü ağızdan duymayalım diye biz de Deniz Celiloğlu ile buluştuk, vardık tiyatronun kapısına; hayattan, tiyatrodan, sinemadan konuştuk.
Şimdi oynamaya başladığınız oyun, Bir Halk Düşmanı. Yüz yıldan fazla zaman öncesinde Henrik İbsen tarafından yazılmış bir oyun, bugün neden sahneye koyuluyor?
Oyunun nokta atışı olma durumundan bahsedeyim, yüz sene önce yazılmış, bu da zamansız bir oyun. Hem İbsen’in bir başarısı var, 100-110 sene önce daha yeni filizlenmeye başlayan siyasi yapıyı o kadar çok doğru analiz edebiliyor ki işte şimdi biz aynı şeyleri yaşıyoruz şu anda.
Oyun o kadar güçlü temeller üzerine kurulmuş ki karakterleri, hikaye örgüsü, orada bütün hikaye karakterlerini birleştiren ana tema. Sadece sahneye çıkıp sözlerini söylemek bile bu oyun için, çok büyük vurucu bir etki yaratıyor. Bu hikayede doğrunun peşinde koşan, kasabanın sağlığını tehdit eden bir problem var kasabanın kaplıcalarında. Bu problemi ortaya çıkarıp insanlarla paylaşmak isteyen bir profesör var ve medyanın ya da bürokrasinin kendi çıkarları uğruna işleri örtbas etmeye çalıştığını, doğruyu kapatmaya çalıştığını ve bunun ne gibi sosyal sonuçları olduğunu gösteren bir oyun.
Doktor Stockmann’ın ortaya attığı enteresan bir tez de var. Çoğunluk ve o çoğunluğun sosyal yaşamda ne anlama geldiğini, bizim o çoğunluktan, demokrasi dediğimiz şeyden ne anladığımızı tartışıyor oyunda. Bu çoğunluğun hakları, çoğunluğun özgürlüğü dediğimiz şeyin aslında başka açılardan da değerlendirildiğinde başka yansımaları olduğunu da gösteriyor bize. Yani biz çoğunluğun demokrasisine inanıyoruz, ama o kadar ince bir çizgi ki demokrasi, bu çoğunluğun kimler tarafından yönetildiğine ve yönlendirildiğiyle o kadar değişken bir hale giriyor.
ÇOĞUNLUK HER ZAMAN HAKLI MI?
Çoğunluk derken aslında bir azınlıktan da bahsedebiliriz belli kilit noktalarda olan...
Entelektüel aristokrasi denen bir olgu geçiyor oyunun içinde, demokrasinin yani bu çoğunluk durumunun eğer doğru analiz edilmediğinde, doğru kullanılmadığında bir felakete de toplumu sürükleyeceği bir durum yaşanabilir. Çoğunluk eğer gözlerini kapatmış ve gerçek olanla ilgilenmiyor ve sadece hegemonyasını öteki olanı dışlamak üzerine kuruyorsa bu çok zararlı bir şey toplum için. Yani demokrasinin faşizmi olmaya başlıyor mesele. Bunu irdeleyen, bu konuda bizi düşünmeye sevk eden bir oyun.
Başka bir oyun var mı?
Bir proje daha var. O da İstanbul Tiyatro Festivali için. Mayıs ortası gibi başlıyor, haziranda da devam ediyor. İKSV’nin düzenlediği bir festival. Takip edenler bilir, Oyun Deposu Topluluğu. Mimar Sinan’dan iki arkadaşım konusunu Othello’dan alan bir oyun yazacaklar, onu prova edip çıkaracağız.
Tiyatroyla yolculuğun bağımsız, alternatif tiyatrolarla başladı, öyle de sürüyor. Özel tiyatroların şehir tiyatrolarına oranla, çalışma koşulları çok daha ağır. Daha yoğun. Sizin için durum nedir?
Alternatif tiyatroları daha fazla seviyor olmamın gerekçelerinden biri şudur: herkes, her şeydir. Müthiş bir dayanışma vardır. Orada biz ekip olarak kolektif bir ruh yaratıyoruz ve herkes bir ucundan tutuyor. Kurum tiyatrosu bana biraz işleyişi bakımından şirket işleyişiymiş gibi geliyor. Oradaki hiyerarşiyi ben sevmiyorum. Genç jenerasyon zaten daha başına buyruk olmayı seçiyor, onu seviyor. Zaten yaptıkları işler de öyle. O başına buyrukluğun sonucu olan işleri ve o muhalif tavırları böyle alternatif yerlerde sergileyebiliyoruz. Zannımca bir kurum tiyatrosunda bana bir rol verilse ve ben oynamak istemiyorsam o rolü, anlaşamıyorsam yönetmenimle ya da arkadaşımla bunu çok fazla ifade edemem. Çünkü orada çok diyaloğa açık bir ortam olduğunu düşünemiyorum. Ama burada aynı kafaların bir araya gelmesi var. Kurum tiyatrosundaysa bir süre sonra sanki o meslekmiş gibi oluyor. Alternatif tiyatroysa bu işi mesleklikten çıkarıp, “amatör ruh”a kavuşturuyor. Ben onu seviyorum. Özgürlüğü yani.
Televizyonda çalışma koşulları çok ağır, tiyatrodaysa sürekli bir finansman sorunu var. Nasıl aşılacak bunlar?
Yıllardır sürekli tartışılıyor bu konu. Bir kere ben devletin çok sağlam bir kültür sanat politikası olması gerektiğine şiddetle inanıyorum. Yoksa başka türlü olmaz bu iş. Kapitalizmin içinde siz insanları bu kadar özgür bırakırsanız, para nereden geliyorsa sektör de oraya evrilir. Sektörün düzgün işleyişi devletin yükümlülüğü. Kültür-sanat politikaları neticede halk için yapılır. O zaman halk da bunu talep edecek. Belirlenmiş kanunlar var. Bunları düzenleyecek bir devlet var, tekrar ediyorum; bizim talep etmemiz lazım.
‘TAMAM MIYIZ?’
‘Tamam Mıyız?’ sence ne diyordu farklı bir renk olma meselesine? Aslında çok güzel cümleleri var filmin.
Temmuz’un kendi için söylediği bir şey farklı bir renk, farklı bir dünya meselesi. Ama aslında filmin anlattığı dünyanın içinde yaşıyoruz hepimiz. Çağan da onu tutup, bizim görmediğimiz, görmemekte ısrar ettiğimiz, görmememiz için önümüze duvarlar koyulan tarafını önümüze koydu. Ben “Tamam Mıyız?”a bir aşk filmi diyorum. Kadın-erkek arasında yaşanmayan bir aşk ya da aşkın bizim unuttuğumuz gerçek formunu anlatan bir film. Bir dostluk filmi aslında. Toplum içinde ötekileştirilmiş iki karakterin birbirini bulma, birbirine yardım etme ve birbirlerinin unutulan ve unutturulan taraflarını birbirlerine hatırlatma ve bundan bir nefes alma bir ferahlama hikayesi. Aslında hepimiz birbirimize çok yakınız ama görmüyoruz bunu. Asla birbirimizle iletişime geçmiyoruz. Dokunmuyoruz, temas etmiyoruz. O kadar eşten, dosttan, komşudan, iş arkadaşından bihaberiz ve kim olduğuyla, hayatıyla o kadar ilgisiziz ki... Kendimize kodlar yaratıyoruz hayatta: sen böylesin, ben böyleyim. Ve sonra gruplaşıp, iletişimsiz, huzursuz ve mutsuz oluyoruz. Bence film de bunu irdeliyor ve unuttuğumuz şeyleri gözümüze sokuyor. Ve ben bu yüzden mutluyum bu filmi yaptığımız için.
BUGÜNÜN SEYİRCİSİNİ CEZBEDECEK BAŞKA BİR YORUM
Edebiyat uyarlamalarını sıkça görüyoruz ekranda. Siz de bir edebiyat uyarlamasında oynuyorsunuz. Nasıl gidiyor Çalıkuşu?
İlk başladığında bir kısım seyircinin tepkisi vardı edebiyat uyarlamasında esere tam sadık kalınmadığına dair. Çünkü tam kitaptaki gibi işlenmiyor konu şu an Çalıkuşu’nda. Romanda olmayan karakterler, olmayan hikayeler dramayı desteklemesi için varlar. Sonuçta bu bir kitap ve bir kitaptan ne kadar uzun malzeme çıkarılabilir? Zaten bunun yapılmış ve çok da beğenilmiş bir versiyonu var. Aydan Şener’le Kenan Kalav’ın oynadığı. Bizimki aynı konu üzerinden başka bir şey söylemek. Bugünün seyircisini de cezbedecek şekilde başka bir yorum.
BÜYÜMEK HOŞUMA GİDİYOR
30’a 2 kala ne düşünüyorsunuz?
Öyle demesek de artık, evet, büyüyoruz. (Gülüyoruz) Yaşlanıyor muyum, olgunlaşıyor muyum yoksa tecrübe mi kazanıyorum. O kadar farklılaşıyor ki verdiğimiz cevap. Ellinize gelmiş ama ben yaşlandım ya diyebilirsiniz, ellinize gelmiş ama ben çok iyi bir hayat yaşadım, mutlu oldum ve olgunlaştım da diyebilirsiniz, geçmiş yılları nasıl yaşadığınızla alakalı vereceğiniz cevap.
Siz?
Ben daha ne gördüm ki, daha çok gerilerdeyim, hakikaten ne gördüm ki ama bir şeyler de hissediyorum. 22 ile 27’nin arasındaki 5 yıl ile 45 ile 50’nin arasındaki 5 yıl, aynı 5 değil yani. Kesinlikle. Ama ben iyi gittiğini düşünüyorum her şeyin, benim de hoşuma gidiyor, yaşlanmak demeyelim de büyümek hoşuma gidiyor. Çünkü sevdiğim işi yapıyorum, sevdiğim insanlarla yaşıyorum ve hayatın her gününü, her anını dolu dolu yaşamaya çalışıyorum ve bu da beni mutlu ediyor. Bu durumda ben sadece büyümüş oluyorum.
KİMSE BİRBİRİNİ DİNLEMİYOR
Çok hızlı yaşıyoruz ve insanların neler hissettiğiyle neler yaşadığıyla ilgilenmiyoruz artık, modern toplumun dezavantajları bunlar değil mi?
Biz bu modern toplumda bireyselleşiyoruz. Bireyselleşmek başka bir şey ama biz bu toplumda bireyselleşmekle bencilliği birbirine karıştırıyoruz ve artık eşimizin, dostumuzun, meslektaşımızın ya da bir diğerimizin, ötekimizin haklarını, onun mutluluğunu gözetmiyoruz artık, çok bencil yaşıyoruz hayatımızı.
Ne bileyim, bir mesaj verilecekse eğer sağduyulu, insanların birbirini düşündüğü, yalnızlaşmadığı bir bakış açısı gerek. Bütün aksaklıklar, kötülükler bizi bir köşeye sindirmesin ve her zaman iyiyi ve bu iyiye nasıl ulaşabileceğimizi başka insanlarla paylaşarak, onların düşüncelerine değer vererek katılımcı bir hayat yaşayalım. Yani bu söylediklerim binlerce yıldır söylenen şeyler, yeni bir şey söylemiyorum ancak ne yazık ki hiç kimse birbirini dinlemiyor. Herkes sadece kendi düşündüğünü, kendi inandığı şeyi bas bas bağırarak empoze etmeye, onu kabul ettirmeye çalışıyor. Ama kimse birbirini dinlemiyor.. Ben bir şey anlatmaya çalışıyorum değil mi? Sen de bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun, iki zıt kutuplardayız. Ben senin fikrine değer vermiyorsam bil ki benim söylediğim şey de çok samimi değil yani. Çünkü bu iyi bir şey değil. Dinlememiz lazım birbirimizi ve değer vermemiz.
Sizin talebiniz neydi? Gezi’de sizin hangi talebiniz karşılık buldu?
Benim bir kere özgürlük alanıma girilmeye başlandı artık, yaptığım iş tiyatroculuk.
O dönemde tiyatro da çok tartışmalı bir süreçteydi iki yılın ardından. O dönemde artık nerdeyse mesleğimizi yapamaz hale geleceğimiz bir gelecek bekliyordu bizi, eğer karşı çıkılmasaydı ya da bir şeyler delinmeseydi.. Sanatçılar da buna karşı çıkıyorlar, orada (Gezi Parkı) buna karşı çıkan sanatçılar vardı.
Tiyatro kendi başına zaten muhalif bir şey ve her zaman statükoya karşı durmaya çalışmış bir oluşum. Bu da bana mesleğimi niye yaptığımı, niye onu bu kadar çok sevdiğimi ve onunla neler yapabileceğimi tekrar gösterdi.
Evrensel'i Takip Et