16 Şubat 2014 08:48

Korhan GÜMÜŞ*

Bir zamanlar 25 bin Yahudi’nin yaşadığı Hasköy’de İstanbul’un en büyük Yahudi mezarlığı bulunuyor. 2000 yılında Hasköy’deki Yahudi mezarlığının bir bölümü Beyoğlu Belediyesi tarafından işgal edildi. Önce buraya çöp kamyonları yerleştirildi. Sonra da bu işgal edilen alan “Beyoğlu Belediyesi Çevre Müdürlüğü” oldu. Girişine de E-5’ten bile okunabilen kocaman, çember biçiminde bir tabela yerleştirildi. Beyoğlu Belediyesi bu operasyonla yetinmedi, bu alanı Kurban Kesim Merkezi’ni dönüştürmek için bir proje hazırlattı.
Bu proje, mezarlığın Haliç’e bakan tarafına da bir bina inşa edilmesini ve tamamının yok edilmesini öngörüyordu.
Ancak bu proje uygulanamadı. Büyük bir bölümü tahrip edilmiş olan ve ortasından otoyol geçirilen mezarlıkta yer alan Abraham Salomon Kamondo’nun anıtmezarının restorasyonu sayesinde bugün bu yapılaşma engellenmiş gibi gözüküyor.
Bu anıtmezarın onarımı için gönüllüler on yıldan fazla çalıştılar. Bu çalışmalar sırasında iktidara yakın bir medya organı bu kişileri ırkçı sözlerle hedef gösterdi.
Şimdi size burada, semtte kalan son Yahudilerden biri olan (ve ismi bende saklı) yaşlı bir Yahudi ile yaptığım görüşmeyi aktarmak istiyorum:
“Yıkımlar sırasında damperli kamyonlar sahile moloz dökmeye başladılar. Baktık dökülenler moloz değil, mermer taşları ve insan kemikleri. Yukarı gittiğimizde ailemizin mezarını bulamadık. Hiç kimse sesini çıkaramadı. İnsanlık ayıbı. Ama ne yapalım susuyoruz. Susmayı bileceksiniz. Konuştunuz mu, her şey biter. Bir yerde barınamazsınız. Bu nedenle elden bir şey gelmez.” Bu sözler Hasköy’lü yaşlı bir Yahudiye ait. Bunları söyledikten sonra küçük bir sessizlik oluyor. Yaşlı adam belki de yıllardır süren suskunluğunu bozmanın zamanının geldiğini düşünüyor. Belki de konuşmalarımızdan cesaret alarak hayatında ilk defa tanımadığı insanlara kapalı ortamlarda herkesin bildiği, sürekli paylaştıkları ama ortalıkta asla konuşmadıkları sorunları anlatma ihtiyacı duyuyor: “Tepedeki Yahudi Mezarlığı şimdi caminin olduğu yeri, belediyenin çöp kamyonlarının olduğu yeri, hatta evlerin bulunduğu yeri de kapsıyordu. Aşağıdaki çukura kadar. Mezarlığın çoğu işgal edildi. Ne yapacaksınız? (İşaret parmağını ağzına doğru götürerek) Burada da susmayı bileceksiniz.”
Susmayı bilmek. Hayatta kalmak, insan içine çıktığında konuşmamak, hiçbir sorun yokmuş gibi davranmak… Vatandaştan beklenen bu. Müslüman ya da Yahudi, Rum, Ermeni, Alevi, Kürt… başına böyle bir olay gelen herkesin susmak için mutlaka bir nedeni olmalı.
İktidar hoşgörünün inanışlarından kaynaklandığını iddia ediyor. Hoşgörüye sığınmak böyle bir şeydir. Hayatta kalmak için susmak gerekir.
Konuştuğum kişi 1987 Haliç yıkımları sırasında deniz kenarındaki dört katlı binasını kaybetmiş. Karşılığında ne bir tazminat alabilmiş, ne de kendisine işini devam ettirebileceği bir yer verilmiş. Yıkımlar sırasında bir çok tarihi yapı yok edilmiş. Gerçi ben konuyu açmasam bundan hiç söz edeceği yoktu.  
Konuşması gereken kimdi? Yalnızca baskı altında yaşayan mağdurlar mı? Kendime bu soruyu sordum.
Yapılanların yanlış olduğunu, haklarının çiğnendiğini söylemesi gereken yalnızca olayın mağdurları mı olmalıydı? Basınıyla, öğretim üyeleri ile, uzmanları ile herkesin Haliç’in renginin başkanın gözleri gibi olacağını savunduğu bir durumda?
“Belediye başkanı bize buradan çıkın dedi ve hemen yıkım başladı. İki kuruş da para veriyordu ama bu para taşınmaya bile yetmez. Tek tek yapı sahiplerine, kiracılara gelip, binanızı yıkıyoruz, karşı koyarsanız sizin için daha kötü olur dediler. Ne yapalım, ne edelim dedik. Burada çalışan esnaf, yaşayan halktan temsilcilerle bir fırsatını bulup, hep birlikte Başbakan’a (Özal) kadar gittik. Derdimizi anlattık. O bizi dinlerken birden sinirlendi. “Hala ne duruyorsunuz orada, hemen terkedin orayı” diye bizi azarladı. Ne yapacağımızı büsbütün şaşırdık…”
“Benim dükkanı taşımak için buranın sahibi ile anlaştık. Dükkan dediğim deniz tarafında, önümüzde üç katlı bir binaydı. Fakat tam yıkım sırası bize geldi. Çaresiz dükkanımıza bakıyoruz, içindeki mallarla birlikte yıkılacak diye. Son gün komşunun çocukları geldi, bu anahtarları alın ve bir an önce bizim dükkana yerleşin dediler. Kirayı bile konuşmadılar.”
Bu kişinin hiç tanımadığı kişilere dahi hala veresiye mal sattığına tanık oldum. Nasıl insanlara güveniyordu, bu devirde nasıl böyle bir iş yapıyordu, anlayamadım. Bu her halde eskiden gelen bir alışkanlık olmalıydı.
“Bizim soyadlarımız İspanya’dan geldiğimiz şehirlerin adıdır. Toledo, Zakuto, Reina, ... gibi. Ben yukarıdaki Yahudi okulunda okudum, orası simdi yaşlılar yurdu. Eskiden burada 20 sinagog vardı. Bu bölgede 20 bin Yahudi yaşıyordu. Şimdi bir iki tane sinagog var ama güvenlik nedeniyle her gün açık değil. Herkes korkuyor. Bir zamanlar burada ne kadar özgür yaşıyordu insanlar.
Varlık Vergisi zamanında benim babama öyle bir vergi geldi ki, ödemesi mümkün değil. Elindeki avucundakini satsa yetmez. Babamı aldılar, kampa götürdüler. Görünüşte vergi herkese ama, nasıl bir eşitsizlik yapıldı, bilemezsiniz. İsrail kurulunca buradan büyük bir göç yaşandı. Biz ilk önce Galata’ya sonra da Şişli’ye taşındık.”
Seçilen yöneticilerin çıkar gruplarına bağımlı hale geldiği ölçüde bir kentin yönetiminin bile nasıl faşizan özellikler kazandığına yakından tanık olduk. Yönetimlerin faşizan özellikler kazanması hiç şüphesiz yalnızca ve yalnızca kendi isteklerinin bir sonucu değil. Yıkımlar, işgallerde aynı zamanda onların bu eylemini destekleyen çevrelerin de payı var. Onların bunları kolaylıkla yapabilmelerini sağlayanların, sesini çıkarmayanların da mutlaka payı olmalı.

* HDP Beyoğlu Belediye Başkanı Adayı

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yüksek voltajlı teşvik

Yüksek voltajlı teşvik

Erdoğan-Şimşek programıyla emekçilerin bir ayı daha gıdaya gelen yüksek zamlar ve eriyen ücretlerle geçti. Özelleştirmelerle ihya edilen sermaye gruplarına ise sadece bir ayda ‘üretmedikleri elektrik’ için 1 milyar lira teşvik verildi. Sanayi patronları da çalıştırdıkları her kadın işçi için devletten artık daha fazla teşvik alacak.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
2 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et