Adnan ÖZYALÇINER
İstanbul’un bir özelliği de eski İstanbul’u (Rumeli Yakası) çepeçevre kuşatan surlarıdır. Yedikule kıyılarından başlayan sur duvarları, Topkapı, Edirnekapı, Ayvansaray, Balat, Fener, Cibali boyunca sürer. Unkapanı, Eminönü yöresinde uzunca bir boşluk bıraktıktan sonra Sarayburnu, Ahırkapı, Kumkapı, Yenikapı, Narlıkapı yoluyla Yedikule’ye ulaşarak kenti bir kuşak gibi sarar. İlk yapılışı İsa’dan 657 yıl önce kentin kuruluş yıllarına rastlar. İsa’dan sonra Costantinus (İS 306-307) ile II. Teodosius (İS 408-450) tarafından 412-418 tarihinde tamamlanır.
Bin yılı aşkın süre içinde surlar, birçok kez kuşatılsa da aşılamamıştır. 1204’te Latinler’in İstanbul’u ele geçirişlerinden sonra 1453’te ikinci kez Fatih Sultan Mehmet’in ordularınca aşılmıştır.
Osmanlı döneminde çeşitli onarımlar gören surlar, bugüne yarı yıkık olarak ulaşabilmiştir.
Günümüzde de onarılarak ayakta tutulmaya çalışılan surlar, eski yapısını tam olarak koruyabilmekte midir, bilmem. Onarılmayan yıkık bölümlerse ufalanıp yok olmaktadır.
Bildiğim kadarıyla Silivrikapı yönündeki surların büyük bölümü onarımdan geçmiş tarihsel bir görünüm kazanmıştır. Surların bu tarihsel görünümünü bozup bozmadığını bilemediğim surun dibinde yer alan eski su çukurlarındaki bostanları kaldırmaya kalkan Fatih Belediyesi, tarihsel görünümünü kazandırdığı surun duvarına Silivrikapı Kapalı Buz Pisti binasının çatısını bitiştirmekten nedense çekinmemiştir. Kapalı Buz Pateni’nin Silivrikapı halkıyla, gençliğiyle bir ilintisi olur mu olmaz mı tartışması bir yana, tarihsel bir anıtı gülünçleştirmeye kimsenin hakkı olmamalıdır.
Bu arada yine onarım görmüş olan Yedikule Surlarının Sahil yolunun girişindeki büyük bedenine Recep Tayyip Erdoğan afişi asmanın da haklı bir nedeni yoktur, olmamalıdır.
Yeşilköy burnundan başlayarak Ataköy, Bakırköy, Kazlıçeşme, Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Ahırkapı’dan Sarayburnu açıklarına girinti çıkıntılarıyla uzanan kıyı şeridi gerçekten İstanbul’un güzelliğine ayrı bir güzellik katar. Eskiden beri bu kıyılarda akşamları oturulup dinlenildiği gibi bir zamanlar bu kıyılardan denize girilirdi. Sahil yolunun düzenlenmesiyle bugün de dinlenilen, serinlenilen bir konumda olan bu kıyının Samatya ile Yenikapı arası bir yapım kargaşası, karmaşası içinde. Toz duman olmuş. Güzelim koy, deniz doldurularak kilometrelerce uzunluk ve genişlikteki bir burunla bölünüyor. Kentin miting alanı olarak düşünülen bu çıkıntının çevresi ağaçlarla çevrili. Kıyı şeridinin Yenikapı dahil ötesini kapatmış, göstermiyor. İstanbul’un tek kalmış sahil suru olan Samatya Surlarının bu parçası çakma burunla birleştirilerek kara suru yapılmış. Yapım alanı toz duman, damperli kamyonların biri girip biri çıkıyor. Bu arada yapım alanının parmaklıkları içinde kalan Yaşar Kemal’in heykeli de, toza toprağa bulanmış durumda, “Burası miting alanı olunca neler olur acaba?” diye düşünerek olacakları bekliyor gibi duruyor olduğu yerde.
Topkapı suriçinde Pazartekke’de Millet Caddesi üstünde manastır kalıntısı Mustafa Çavuş Mescidi bulunmaktadır. Eski adı bilinmeyen bu Bizans yapısının tarihi de kesin değildir. Fatih’ten sonra harap durumda olan buradaki manastırın bir parçası Fatih döneminde yaşayan Mustafa Çavuş tarafından mescide çevrilmiştir.
Daha önce mahalle içinde bulunan mescit, yıkımlarla ortaya çıkmış, garaj düzenlemesi sırasında da İETT Garajının içinde kalmıştır. Bugün garaj dışında olsa da dikenli teller, çinko plakalarla çevrilidir. Bunca eski bir tarihsel yapının bu tür eklemelerden kurtarılarak ortaya çıkarılması gerekir. Onca tarihsel anıt yapıyı gün ışığına çıkarmakla övünen Fatih Belediyesinin bu mescidi görmezden gelmeyeceğini umarım.
Galata Köprüsü’nden Haliç’e bakıldığında Unkapanı Köprüsü’ne rağmen Haliç kıvrımı (Altın Boynuz) Kasımpaşa Cibali kıyılarına kadar gözle görülebilirdi. Aynı biçimde Haliç’ten bakıldığında Unkapanı, Galata köprüleriyle ana liman gözlemlenirdi. Haliç Metro Köprüsü’nün Unkapanı Köprüsü’nden birkaç metre yüksek oluşu nedeniyle bugün ne Haliç’ten Limanı, ne Limandan Haliç’i görüp izleyebilirsiniz. Ayrıca köprünün ortasından yükselen parmaklıklar, demir bir kafes gibi Azapkapı yönünden bakıldığında Süleymaniye Camisi’nin görüntüsünü de engelliyor.
Altıncı Daire, yani Beyoğlu Belediye Binası, Tünel’de Şişhane yokuşunun başındadır.
1855 yılında yapılan bir düzenlemeyle kent on dört bölgeye ayrılmıştı. Bunlardan altıncısı Beyoğlu-Galata bölgesiydi. Bina, 1879-1883 yılları arasında bir İtalyan mimar tarafından yapılmıştır. Türkiye’nin ilk belediye binası olması bakımından tarihsel bir özellik taşımaktadır. Yenilenmelerde kimi değişikliklere uğramışsa da anıtsal yapısını korumuştur. Bugün üstüne ya da arkasına yapılan camlı kübik kat/ yapı her neyse, bütün çirkinliğiyle tarihi binanın görünümünü zedelemektedir.
Yeraltı otoparkları, üstünden bakıldığından açıklık bir yeşil alan görünümündedir. Rengarenk açan çiçekleri, yemyeşil çimenleriyle, üstüne oturulup dinlenilebilecek banklarıyla bir parkı andırır. Öyle de düzenlenmiştir.
Yağmur yağdığında mis gibi toprak kokusu duyulsa da altı beton olduğundan akan yağmur suları, yer altına geçemeyip kanalizasyonlardan denize boşalacaktır. Kentin bağrı delinerek yapılan yer altı otoparkları, araç sıkışıklığını, trafik yoğunluğunu önlemekte yararlı olsa da yağmur sularını geçirmediği için kuraklığa neden olan en önemli etkendir.
Yarın: İstanbul’un iki kapısı
Tarihi fabrika Feshane’yi yıktılar
Sennur SEZER
Eyüp ilçesinin Defterdar semtinde Türkiye’nin çeşitli şehirlerini, yemeklerini tanıtmak üzere panayırlar açılıyor. Fes-hane Uluslararası Fuar Kongre ve Kültür Merkezinde. Bahçede şişme lunaparklar kuruluyor. Her gördüğümde bir grup sanatçının bu mekanın endüstri müzesi kimliğini de koruyarak kültür ve sanat merkezi yapılması için binayı işgalini hatırlıyorum. İşgal boyunca sergiler, konserler, basın açıklamaları... Bir yanda müzikçiler, öte yanda ressamlar, yazarlar. Başaramıyoruz ya da beceremiyoruz. Böylece eski makineleri hâlâ duran Feshane, makinelerden arındırılıp temiz pak kiralanan bir panayır alanı oluyor.
Feshane, daha doğrusu Feshane Dokuma Fabrikası 1835 yılında Osmanlı ordusunun yeni kıyafetlerinin temini için gereken çuha ve fesin yapımı için kuruldu 1893 yılında Chicago’da açılmış olan Uluslararası sergide Feshane fabrikası sergilediği yünlü kumaşlar ve feslerle ödüle layık görülmüştür. Feshane’de kumaş ve fes dışında özel olarak halı da üretilmiştir.
Feshane binası, türünün ilk prefabrik çelik kons-trüksiyon tekstil fabrikasıdır. Kolonlar Belçika’da döküm olarak imal edilerek getirilmiştir. Bina bu özelliğiyle de büyük önem taşır.
Feshane öteki dokuma fabrikaları gibi kadın çalışanların kalabalık olduğu bir işyeridir. Cumhuriyetten önce görülen işçi hareketlerinde Ermeni ve Rum öncülerin hareketi başlattığından söz edilir. 1872-1907 tarihleri arasında gerçekleşen 50 grevden 9’u kadınların çalıştığı dokuma endüstrisindedir. 22 Ağustos 1876’da Feshane’de çalışan 50 kadar Rum ve Ermeni kadın işçi, Bab-ı Ali’ye yürümüş, sadrazama bir dilekçe vererek, ödenmeyen ücretlerinin ödenmesini istemişlerdi. Kadınların çalıştığı dokuma endüstrinin devlete bağlı kesiminde çalışanlar için yapılan bir saptamaya göre 1891 yılında Yedikule kumaş fabrikasında 350, Zeytinburnu fabrikasında 800 işçi çalışmaktadır. 1953 yılında Feshane fabrikasında 389 kadın işçi çalışmaktadır.
1986 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Haliç ve çevresini düzenleme projesi kapsamında fabrika boşaltılmış hazır giyim bölümü Bakırköy sanayi işletmesine taşınmış, büyük dokuma salonu dışında fabrika yıkılmıştır.
1992 yılında Büyükşehir Belediyesi ve özel bir kuruluşun girişimiyle çağdaş el sanatları müzesine dönüştürülen Feshane binası 1998 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yeni bir proje kapsamında yenileme çalışmalarını başlatmasıyla bugünkü işlevine kavuşturulmuştur.
Yarın: Beykoz bir endüstri semtiydi
Evrensel'i Takip Et