Entelektüelleri karşısına alan kaybeder
Orhan Alkaya ile yaptığımız röportajın mizanpajı bittiğinde daha iyi anladım ki; üzerine konuştuğumuz her başlık, başka bir pazar söyleşisi olabilirmiş pekala. Sığdıramadığımızdan atmak zorunda kaldığımız bölümler de cabası. Önce hangisinin geldiğini bilemiyorum ama; Şair, Yönetmen, Eleştirmen, Aktivist, Oyuncu Alkaya ile Başbaka
Orhan Alkaya rahmetli amcası ile aynı isme sahip. Amca Orhan Alkaya, Nâzım Hikmet’in de dahil edildiği Harb Okulu davasında büyük şairin dava arkadaşı. Epeyce zengin bir ailenin bir eli yağda diğeri balda çocuğu olarak Harb Okulu okumaya karar verince, babası biricik oğlu için Çankaya’da köşk yaptırmış… o kadar yani… Amca Alkaya, asker olmak istemekle kalmayıp arkadaşları ile komünist bir örgütlenmeye girişince ortaya hayli ilginç bir hayat hikayesi çıkmış.
Yeğen Orhan Alkaya’nın hikayesi de daha az ilginç değil bana sorarsanız… Oyunculuk yaptığı Şehir Tiyatrolarından 12 Eylülde atılır. Daha sonra aynı kuruma yönetmen kadrosundan girecektir. Bununla kalmayıp bir dönem Şehir Tiyatrolarının Genel Sanat Yönetmenliğini de üstlenir. 1982 yılından bu yana şiirleri yayımlanan, edebiyat ve tiyatro alanlarında birçok ödüle sahip Alkaya’nın yayımlanmış yedi kitabı var. Son şiir kitabı ‘Altı’ geçtiğimiz günlerde yayınlandı.
Kariyerinden küçük bir özet aktardığım Orhan Alkaya’yla sokakta karşılaşanlar ise -yıllar sonra bir dizi vesilesiyle döndüğü ve başarılı da olduğu oyunculuk nedeniyle- “Aaa Balıkçı!” diye sesleniyor.
Popüler kültür sen nelere kadirsin de bu kadarı reva mıdır Allah aşkına!
Entelektüellere ihtiyacı olmadığını söyleyen, sanatçıya ‘sanatçı müsveddeleri’, heykele “ucube” diyen bir Başbakan, her iki kişiden birinin oyunu aldı. Bu durum sizi tedirgin ediyor mu?
Başbakan yarın tekrar ihtiyacı olduğunda entelektüellere “Yanlış anladınız, kusura bakmayın” diyecek. Çünkü entelektüellerle çok önemli bir takım açılımları başlatacak adımları attı. “Kürt açılımı” dendiğinde Türkiye’de hiçbir entelektüel buna kayıtsız kalmaz ve elinden geleni yapmaya çalışır. Bu konuda Başbakan defalarca yardım istedi entelektüellerden. Birtakım önemli adımlar atılır gibi göründüyse de bunların hepsi hükümet tarafından yarıda bırakıldı. Hükümet, sivil gibi görünse de aslında yine devlet tarafından oluşturulmuş bir yapı bugün de.
Peki entelektüellere sarf ettiği ifadelerin nedeni ne olabilir?
Ben biraz ayar bozukluğu izlenimi aldım. Ağızdan kaçan laflar bunlar. Çünkü çok kritik noktalarda özellikle sol liberal kesimden çok büyük destek aldı. Kendi görüşümden bahsetmiyorum burada. Ben anayasa referandumunda da temkinli davrananlardanım. Boykot tarafında durdum ve orada yapılmak istenen şeyi; 12 Eylül Anayasasından şöyle ya da böyle çıkmak olarak algılamadım. Böyle algılayan pek çok arkadaşımız oldu ve belki de referandumun sonucunu etkiledi bu algı. Seçim döneminde ise Başbakanın ayar bozukluğu hallerini izledik.
Ucube bunlardan biri herhalde?
Ucube biri, Hopa için söylediği, Metin ile ilgili söylediği bir diğeri…
Acaba ayar bozukluğu mu demek doğru ‘ayar çekme’ demek mi?
Bilemiyorum… Son zamanlarda W. Bush’un ‘Ya bizdensin ya da karşımızdasın’ tavrına benzer bir hava esti, bu doğru… Ama kalıcı olur mu, onu göreceğiz. Ben ayar vermek değil ayar bozukluğu olarak görüyorum. Çünkü Başbakan ve ekibi de bilir ki entelektüellere ayar verme şansları yoktur. Bu gerçek rahatsızlık verse de farkındadırlar…
BİZİM TÜYLERİMİZİ DİKEN DİKEN EDEN HALKA SEMPATİK GELEBİLİR
Entelektüellerle ve sanatçılarla uğraşmak geniş halk yığınları için ne ifade eder sizce?
İnsanlar, otorite belledikleri bir takım insanların fikirlerini satın alır ve kendi fikirleri haline dönüştürürler. Bu insanların sayısının az olması etkisiz oldukları anlamına gelmez. Bunu anayasa referandumu esnasında gördük. “Evet” ve “Yetmez ama evet” diyen arkadaşlarımız özellikle son bir ay öyle büyük bir kanaat oluşturdular ki referandumun beklentisini tersine çevirdiler. Her iktidar entelektüellere ya ihtiyaç duyar ya da tamamen karşısına alır. İkinci yolu seçenler zaten belli bir vadede kaybederler. Sanat meselesi daha karışık… Kentli ve Batılı diyebileceğimiz kesim içerisinde bile sanat algısının yüksek olduğundan emin değilim. Dolayısıyla burada bizim tüylerimizi diken diken eden kimi şeylerin halk nezdinde popülaritesi olabildiğini düşünüyorum. ‘Dini kimliği yüksek bir insanın türbesinden daha yüksek bir heykel olamaz’ gibi bir önerme bizde ne kadar tepki uyandırdıysa belli bir halk kesiminde de sempati toplayabileceğini düşünüyorum. Türbeden daha büyük bir kaşar heykeli yaparlarsa ne olur bilemem; herhalde yapmazlar.
Bir tarafın tüyleri diken diken olurken diğer taraf pekala hak verebiliyor… Bu abartılı bir uçurum değil mi?
Toplumda bir yarılma var bunu kabul etmek lazım. Fransızlar dediğimizde üç aşağı beş yukarı aynı şeyden bahsediyor olabiliriz. Normandiyalısı, Korsikalısı, Parislisi ayrılır birbirinden ama o kadar keskin değildir hatlar; ortak bileşenler daha fazladır. Türkiye’de bu böyle değil. Din bazlı bir aidiyet var en fazla. Akla değil kabule dayalı bir aidiyet bu ve ortak payda gibi bu görünüyor geniş kesimlerde. Aklı fazlasıyla devre dışı bıraktığı için çok hayırlı bir ortak bileşen sayılamaz. Ortak payda artması gerekirken eksilme ve yarılma yönünde bir gelişme var benim gördüğüm…
TOPLUMDA DESPOTİZME DOĞRU BİR EĞİLİM VE BEKLENTİ VAR
‘Evet’ ya da ‘Yetmez ama evet’ cephesi büyük bir hayal kırıklığı yaşamadı mı referandum sonrası?
Yüksek yargının referandum sonrası yeniden yapılandırılması konusunda yaşanan hayal kırıklığı ile ilgili tepki yazılarını ilk o arkadaşlar yazdı. Yüksek yargı konusunda AKP’nin ne yapacağı belliydi. Benim desteklememe nedenim de buydu. Önceki durumu yani 12 Eylül işi, siyasi iktidarın atacağı bütün adımları frenleyebilecek bir yüksek yargıyı savunmam zor, ama şu ankini savunmam imkansız. Şimdiki, iktidar ve yargı arasında ahenk kurmaya dönük bir sistem. Ki otoriter eğilimleri olan Asyatik toplumlarda bu çok tehlikelidir. Zaten despotizme ve monizme doğru bir eğilim ve beklenti var oy verenin geniş kesiminde. Masaya yumruğunu vursun, tek adam olsun diyor insanlar…
Bu bir seçim değerlendirmesi mi aynı zamanda?
Bütün tahminlerin üzerinde bir oy aldı AKP. Kendileri de dahil kimse beklemiyordu doğrusunu söylemek gerekirse. Bunun en büyük nedeni uzun süredir AKP’nin karşısında ikna edici bir seçeneğin bulunmayışı ve “İşler iyi gidiyor, bunlarla devam edelim, stabilizasyon sürsün” algısının sürüyor olması… CHP ciddiye alınabilecek bir toparlanma yaşadı bana sorarsanız. En azından söylem düzeyinde bir çeki düzen verdi kendine. Ama bu demek ki daha henüz “Bir seçenek doğdu” anlamına gelmiyor. Ama CHP de oy arttırdı ki ciddiye alınması gereken bir artıştır bu.
KÜRT VE SOSYALİST SİYASETÇİLERİNİN HARMONİSİ ÇOK OLUMLU
Bir şiirinizde ‘Yurdum, bu cumhuriyete yaban kaldım’ diyorsunuz. Cumhuriyete yaban kalan 36 bağımsız aday Meclise girdi…
Bu çok büyük bir başarı, çok memnunum. Özellikle Kürt sorununun çözümü konusunda ciddi bir tahkimat sağlandı. Burada -görüp analiz eden değil- sahici problemin içinden gelen insanlardan bahsediyoruz. Kürt siyasetçilerle sosyalist siyasetçilerin harmonisi de çok olumlu. Bunun Meclise çok etkili bir biçimde yansıyacağını düşünüyorum. Bir biçimde anahtar parti işlevi de görebilir Blok. Olası bir yeni anayasa konusunda AKP’nin tek başına hareket etme olasılığı ortadan kalktı. Bir takım taleplerin dillendirilmesi noktasında da etkili olacak bu güçlü sonuç. Bir şeyler devamlı söyleniyor ama güçlü değilsen duymazdan geliniyor. Şimdi kendini daha fazla algılatacak bir noktada Blok.
‘Ana muhalefet biz olacağız, AKP’nin seçeneği biz olacağız’ söylemi var Blokun…
Bu bir metafor tabii ki. “Ben sahici siyaset yapacağım ve olumsuz anlamda uzlaşmacı politikalar gütmeyeceğim, sadece kendi tabanımın ekonomik çıkarları doğrultusunda hareket etmeyeceğim, kirli siyaset yapmayacağım, söylemek istediğimi söyleyip arkasında duracağım, dolayısıyla senin karşında siyasi olarak en güçlü ben duracağım” demek. Meclisteki farklı partilerden de destek gelecektir bu sahici siyasete. Tabii ana muhalefet değilsin, hükümet etmeye en yakın güç değilsin ama yine de doğru bir metafor bu.
BUNCA YILLIK BİRİKİMİN BİR DİZİYLE GÖRÜNÜR OLMASI HOŞUMA GİTMİYOR
12 Eylülle birlikte tiyatrodan atılınca, oyunculuk da hemen hemen bitmiş. O tarihten sonra daha çok yönetmen, eleştirmen ve şair olarak tanıyoruz sizi. Oyunculuk yapmadığınız uzun yıllardan sonra bir dizi sayesinde ünlenmek çok acayip bir durum değil mi? ‘50’sinden sonra ünlenen adam’ olmak…
20’li yaşlarda da tanınıyordum ama kadrajın küçük bir yerindeydim (Gülüyor). Bunun iki yönü var. İlki insanın hoşuna gitmeyen yanı; bir diziyle bunca yıllık birikim görünür hale geliyor. Ama bu böyledir. Cevat Çapan da ‘Süper Baba’da oynadı ve Türkiye’nin en popüler adamlarından biri haline geldi. Halbuki Türkiye’nin önemli şairlerinden ve İngiliz edebiyatçılarındandır, müthiş bir eğitimcidir. Popüler kültürün sahasına girdiğin zaman böyle olur. Diğer yandan oyunculuk çok uzun süre uzak kalmış da olsam benim ilk mesleğim. Uzun soluklu bir işe giriyor ve başarılı oluyorum, bu hoşa giden kısmı. Benim yapmak istediğim iş neyse onu iyi yapmak gibi bir derdim var.
MUHSİN ERTUĞRUL BİZİM SAYEMİZDE KURTULDU
Şehir Tiyatrolarının Genel Sanat Yönetmeni olduğunuzda ‘Yaramaz çocuğu sınıf başkanı yaptılar’ şeklinde yorumlayanlar olmuştu…
Bizim evimiz saydığımız Şehir Tiyatroları krize girmişti çok uzun bir süredir. Cumhuriyetten daha eski bir yapıdır ve bu yapının yaşaması gerekiyor. İşin içinden gelen insanlar olarak tıkanıklığın nerden geldiğini çok iyi biliyorduk. Çok ciddi bir yeniden yapılanmadan geçmesi gerekiyordu Şehir Tiyatrolarının. Ben de bunları deklare ederek göreve geldim. Yaramaz çocuk muydum bilmiyorum, Şehir Tiyatrolarının doğrularını savunan taraftaydım, tiyatronun varlığına muhalefet edenlere muhalefet ediyordum. O dönem çok kolay algılar üretildi. Kah iyi niyetli kah sorunlu... Kendini bunun üzerinden var etmeye çalışan insanlar da çıktı ortaya.
Muhsin Ertuğrul meselesi sizi en çok zora sokan süreç oldu sanırım…
Bu sürece bile bile girdim ben. En son ana kadar da çalıştım. Önleme şansım binde 1 olsaydı tiyatronun kapısını içerden kapatır, “Hadi gelin şimdi yıkın” derdim. O kadar şansım dahi yoktu. Orduevi tamamen çekilmiş, dozerler girmiş Lütfi Kırdar’ın önüne, biz oyun oynamaya devam ediyoruz. Biz 2008 nisanının 6’sında Muhsin Ertuğrul Sahnesini boşalttık, 17 Mart tarihli Evrensel gazetesine bak; “Koruma kurulunun kararını bekliyorum” demişim. Koruma kurulu onayı da geldi sonra. Ya protesto edip geri çekilecektim ya da projelere devam edip Muhsin Ertuğrul’un tekrar yapılmasını sağlayacaktım. O krizli dönemde ortadan kaldırılan binaların içerisinde yeniden yapılan sadece Muhsin Ertuğrul’dur. AKM hâlâ atıl duruyor, Taksim Sahnesi yok artık, Emek Sineması gitti gider. Sadece Muhsin Ertuğrul, o da bizim yönettiğimiz politikalarla kurtarıldı. Eksiklerine rağmen İstanbul’un iyi sahnelerinden biri oldu. Çünkü bizim amacımız “Bu herifler tiyatro yıkıyor” demek değildi. Bunu zaten kağıt üzerinde ispatlayamazsın. En iyileri Cennet ve Sefaköy olmak üzere sayısız Kültür Merkezi ve içinde tiyatro salonu olan bina yapmış adamlar. Peki nasıl binalar? Kötü. En iyisi Sefaköy’dür, sahne derinliği 8 metre, yani çok yetersiz. Bunları anlatmaya da çalıştık ama maya olmayınca tutması çok zor.
AKM yapılabilir miydi yani…
AKM 2010’da yapılıp bitiyordu. Bir grup arkadaşımız projeyi mahkemeye verdi. Önünü arkasını hesaplamadan dava açan bu iyi niyetli arkadaşlarımız AKM’nin yok edilme sürecine dahil oldular farkına varmadan.
Boşuna mı karşı çıktılar?
Karşı çıkmalarının temel nedeni de dünyada neler olup bittiğini bilmemeleriydi. O projenin beyin fırtınası toplantılarının bir kısmına girdim ben. AKM’nin içini hayata katan bir projeydi... Bazı şeyler eleştirilebilirdi ama esasta doğruydu ve binaya çok büyük değer katan önerilerdi.
‘ELVEDA YÜZYILIM, SEN GİDERKEN SİYAHI BULDUM BURADA’
Militan bir sanatçısınız fakat şiirleriniz militan değil… Daha ‘sert’ bir şiir bekliyor insan sizi tanıyınca… Bu ‘mesafe’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Siyaset yapmak için şiiri kullanmak çok akıllı bir iş olmaz. Çünkü çok işe yaramaz. Olsa olsa kafiyeli söz söylemenin avantajını kullanırsın ki bundan da kalıcı bir şey çıkmaz. Şiir yazmak için çok sahici bir nedene sahip olmak lazım. Uzun uzun yazmak göz göze konuşmak varken neden en az kelimeyle en ekonomik dille bir şey söylemeye çalışırsın ki… Diğer bütün anlatıların yetersiz kaldığı bir yeri hissetmeniz gerekiyor. Beni ilgilendiren yazdığım şeyin ancak şiirle yazılabilir bir şey olması. Şiirin dışında yazılabilecek bir şeyi şiirle yazmak manasız. Öbür türlü uzun uzun anlatırsın.
‘Altı’ nasıl ortaya çıktı?
10 yıllık bir dönemi yansıtan, bir tür on yılın seçme şiirleri oldu bu kitap. Kendini bir yüzyıl geçimi olarak anlatacak bir kitap. Bir denemeyi de yansıtıyor ‘Altı’. Dipnotlu ve dipnotları da şiir olan bir şiir var. Değişik bir şiir yazayım diye olmadı bu. 38 yıl sonra çocukluğumla karşılaştım ve ancak öyle anlatabilirdim onu. ‘Sıfır’daki şiir bir bölümünde neredeyse siyasi makale barındırır ama o siyasi makale şiirin içine gömülüdür.
Sadece harflerden oluşan bir şiiriniz de var…
Evet, ‘Yüzyılıma Veda’ modernitenin uçlarından bir denemedir. ‘Elveda yüzyılım, sen giderken siyahı buldum burada’ diye biten tek bir şiir yazdım. Ve daha sonra bu şiirin türevlerini aldım. Son şiirde tek bir sessiz harf bütün ‘Yüzyılıma Veda’ şiirini topladı, bir çığlık gibi.
Her kitabınızda devam eden şiirler de var…
‘Seviş Karası Bir Defterden’ ilk kitaptan beri devam eden bir seri. Hâlâ yazılan mektuplar onlar. ‘Nen Bilgisi’ aslında uzun bir kitap. O kitabın ilk parçaları onlar. Bir yerine Asaf Halet Çelebi girecek, Yahya Kemal girecek ve sonra devam edecek, o seri… Ayrı bir kitabın tadımlığı onlar… Düşünüyorum da aslında ben tek bir kitap yazıyorum galiba. 1900’lerde yaşayan bir şair olsam belki de hiç kitabım olmazdı, ihtiyaç duymazdım, çünkü gelenek bir büyük divan yapmaktı. Benim kuşağımın en geç kitap yayınlayan şairi de benim. 1984’te ilk kitabım hazırlanmıştı, baskıya girecekken durdurdum, ‘90’da yayınladım. Genç bir adam için tahammül edilmesi zor bir süredir ama “şimdi oldu” diyene kadar tahammül ettim.