Gelme doktor çarası yoktur...
Dikran M. ZENGİNKUZUCU*
Der Zor çöllerinde yaralı çoktur
Gelme Doktor gelme çarası yoktur
Bir Allah’tan gayrı heç kimsem yoktur
(Milletin) uğruna giden ermeni…
Der Zor çöllerinde bayıldım kaldım
Harçlığım tükendi evladım sattım
Ana ben bu candan bıktım usandım
(Milletin) uğruna giden ermeni
Tüm ağıtlar acıdır, vicdanımıza dokunur.
Ancak öyle bir ağıt düşünün ki bir halk aç susuz çöllere düşmüş, belki kurtulur diye çocuğunu yabancılara emanet etmiş…
O denli bir vahşet ve çaresizlik içinde ki canından ümidi kalmamış, “aman” dileyeceğine artık doktora “gelme faydası yok” diyor…
Kim derdi ki bu halk daha birkaç yıl önce, 1913’de bugünkü Gezi Parkı’nın yerinde İstanbul Taksim Gazinosu bahçesinde Ermeni alfabesinin 1500üncü ve ilk Ermeni kitabının basımının 400üncü yılını kutlarken onur davetlileri Talat Paşa, Cemal Paşa, Enver Paşa idi…
Ve kim derdi ki dönemin önde gelen Ermeni yazarı ve aydını, aynı zamanda da Mebus Krikor Zohrab o kutlamadan iki yıl sonra inandığı ve güvendiği İttihatçı Paşaların emriyle Haydarpaşa’dan trene bindirilen ve bir daha dönmeyen 220 aydının içerisinde olacaktı…
Bu jenoside dönüşen hareketin sadece savaş döneminde alınan bir önlem olduğunu söylemek çok büyük bir çarpıtma olurdu. Her şey Talat Paşa’nın hatıratında söylediği gibi “Esas olarak askeri bir önlemden başka bir şey olmayan göç ettirme, vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır” gibi bir durumdan ibaret miydi? Aslında Türkiye sosyalist ve demokratları da birkaç istisna dışında uzun bir dönem boyunca Ermeni jenosidini emperyalistlerin birbirine düşürdüğü iki halkın çatışması ya da emperyalistlerin İttihatçıları kullanması sonucu ortaya çıktığını savladı ki bu yaklaşım aslında bir ölçüde resmi tezleri meşrulaştırıcı bir işlev de gördü. Bu yaklaşımla Ermeniler dışında Anadolu’daki diğer gayrimüslim halklara yapılanlar gözden kaçırıldı, Osmanlı – Türkiye modernleşmesi ve uluslaşması süreçlerinin baskıcı, etnik-kültürel tek tipleştirici, her türlü alternatif kültürü tahrip edici ve asimilasyoncu yönleri tam analiz edilemedi ve örtüldü.
***
Birçok yazar ve hukukçu jenosid’in bir toplumun kültürel mirasını yok ederek ve sürdürülmesine izin vermeyerek hem bu toplumun kültürel olarak yok edilmesini hem de insanlığa katkılarının silinmesini de içermesi gerektiğini düşündüler.
1946 yılında jenosid BM Genel Kurulu’nda ilk kez tartışılmaya başlandığında diğerlerinin yanında “insanlığa yapılan kültürel ve diğer katkıların geniş çapta yok edilmesi” de jenosid eylemlerinden biri olarak gösterildi. Bir Jenosid Sözleşmesi taslak çalışmaları sırasında Genel Sekreterlik görüşü ulusal dillerin yasaklanması ve heykellerin ve diğer tarihi, sanatsal, dinsel varlıkların yok edilmesi dâhil “kültürel jenosid”in de yasaklanmasını önermekteydi. Bu görüşlere koşut olarak BM Jenosid Sözleşmesinin ilk taslağında 3. Madde kültürel jenosid’i yasaklamaktaydı. Taslak 3. Madde bir grubun dilini günlük yaşamda ya da yayın hayatında kullanamamasını, kütüphanelerinin, müzelerinin, okullarının, tarihsel yapılarının, ibadet yerlerinin ya da kültürel kuruluşlarının ve varlıklarının yok edilmesini kültürel jenosit sayıyordu ve engelleyici davranışları yasaklıyordu. Ayrıca kültürel jenosid’in BM İnsan Hakları Bildirgesi’nde de yasaklanması önerildi. Lemkin de toplulukların kültürlerinden gelen “duygusal ve tinsel birlik” olmaksızın varlığı sürdüremeyeceğini düşünerek bir kültürel jenosid maddesini destekliyordu.
Kültürel jenosid’in BM Jenosid Sözleşmesi’ne girmesine tek muhalefet ABD’den geldi. ABD konunun ayrı bir yerde, azınlık hakları ile birlikte düzenlenmesini savunuyordu ancak aynı zamanda da azınlık haklarının BM İnsan Hakları Bildirgesi’ne dâhil edilmesine de karşı çıkıyordu. Çok geçmeden İngiltere de bu konuda ABD’ye katıldı. Komünist ülkeler ve bazı Ortadoğu ülkelerinin kültürel jenosidin Sözleşmeye ve İnsan Hakları Bildirgesi’ne alınması çabaları sonuç vermedi.
Benzer şekilde, BM Yerli Halk Hakları Bildirgesinin taslağında yer alan “ethnocide” ve kültürel jenosid terimleri başta Asya ülkelerinin baskısıyla “kültürlerinin yıkılması” olarak değiştirildi ve yine uluslararası hukuksal metinlere girmedi.
Açıkçası kapitalist, sömürgeci ve egemen uluslar azınlıkların ve diğer kültürlerin başlarına bela olacağını düşünerek inkâr politikalarını sürdüre gelmişlerdir. Aslında kapitalizm ve her uluslaşma süreci bir kültürel jenosid anlamına geliyor.
***
İTF döneminde başlayan, 1915’de eşsiz bir drama dönüşen ancak burada kesilmeyen bir toplumun tüm değerlerinin ve insanlığa katkılarının topyekûn yok edilmesi girişimi Cumhuriyet döneminde de ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlarda hiç durmadan devam etmiştir. Lozan Antlaşması gayrimüslim azınlıkların dinsel, hayır ve eğitim işlerini yürütmelerinin engellenmeyeceği ve bunlar için devlet ve belediyelerin yardımcı olacağı hükme bağlanmış olsa da Cumhuriyet döneminde de tek tipçi vatandaş anlayışı ve asimilasyon politikaları sürmüştür. Ermenilerin dillerini geliştirmeye, kültürlerini sürdürmelerine olanak bırakmayan uygulamalar devlet eliyle açık ve gizli yürütülmüştür.
1914’de İstanbul Ermeni Patrikliği kayıtlarına göre kendi kontrol alanında 200’ü aşkın manastır ve 1600’ü aşkın kilise vardır. Bunların bir kısmı 1915’de tahrip edilirken çoğu daha sonra ve özellikle de Cumhuriyet döneminde tahrip edilmiş, havaya uçurulmuş, ahır olarak kullanılmış ya da camiye çevrilmiştir. Birçok tarihi ve dinsel yer de askeri bölge içine alınmıştır. 1915 öncesi yalnız İstanbul’da değil tarihi Batı Ermenistan’da 2000 civarı okul, her kent ve köyde isimlerini saymak üç cilt dolduracak kadar kütüphane, müzik derneği, hayırseverlik derneği vb. dernekler bulunmakta, çok sayıda gazete, kitap ve çeviri yayınlanmakta, sanat ve mimari eserler ortaya çıkarılmaktaydı. Batı Ermenicesi zengin bir edebiyat ve bilim dili olarak kullanılmaktaydı. Bu süreçte Batı Ermenistan aydınlanması kesildi ve yok oldu.
Bugün gelinen noktada gazeteleri ve yayınevleri zor ayakta kalan, öğretmen yetiştiremeyen, dilini edebiyat, bilim ve sanatta kullanamaz hale gelen Türkiye ve Batı Ermenileri artık bir kadim kültürü ayakta tutmakta zorlanmaktadırlar ve neredeyse doktora “gelme çarası yok” diyecek noktaya gelmişlerdir.
* Yrd. Doç. Dr., Nişantaşı Üniversitesi, İİSBF.
Evrensel'i Takip Et