27 Nisan 2014 09:38

Muz işçileri katliamının ‘yüzyıllık yalnızlığı’

Muz plantasyonları ile çevrili Aracataca’da doğmuş ve büyümüştü Márquez. Bu yüzden Márquez’in ayrıntılı hayat hikayesine yer veren, ikinci memleketi Meksika’nın gazeteleri Márquez’in “ideolojisinin ve edebi tutkusunun” rotasını belirleyen en önemli olay olarak –Yüzyıllık Yalnızlık’ta da özel olarak aktardığı- 6 Aralık 1928’de gerçekleşen bu muz işçileri işçi katliamını gösterdiler.

Muz işçileri katliamının ‘yüzyıllık yalnızlığı’
Paylaş

Elif GÖRGÜ

Şu haber, Gabriel García Márquez’in ölümünden bir hafta sonra, geçtiğimiz cuma yayımlandı gazetelerde: Muz şirketi Chiquita Brands –ki bizim buralarda kendisine, hiç haketmediği bir sevimlilik katacak şekilde, çikita muz deriz- Kolombiya’da işçi, köylü, sendika öldüren paramiliter çetelere 1.7 milyon dolar verdiği için hakkında açılan davaya itiraz etti.
Edebiyatta büyülü gerçekçiliğin ustası Márquez, bu haberi duyacak kadar yaşasaydı hiç büyülü olmayan ama gerçeği çok iyi ifade edecek edebi bir küfür sallardı sanıyorum. Márquez, haberi duymadı, ama Latin Amerika’ya muzu zehir eden, ne yazık ki hâlâ da dünyanın en büyük ikinci muz şirketi olan, o zamanki adıyla United Fruit Company, bugünün Chiquita’sının suçlarına tüm Kolombiyalılarla birlikte tanıklık etti.
Muz plantasyonları ile çevrili Aracataca’da doğmuş ve büyümüştü Márquez. Bu yüzden Márquez’in ayrıntılı hayat hikayesine yer veren, ikinci memleketi Meksika’nın gazeteleri Márquez’in “ideolojisinin ve edebi tutkusunun” rotasını belirleyen en önemli olay olarak –Yüzyıllık Yalnızlık’ta da özel olarak aktardığı- 6 Aralık 1928’de gerçekleşen bu muz işçileri işçi katliamını gösterdiler.

LATİN AMERİKA’NIN İLK TOPRAK AĞASI

1500’lerden başlayarak Latin Amerika toprağının üzerinde ve altında ne kadar altın, gümüş, bakır, kauçuk, şeker kamışı varsa yağmalayan Avrupalılar, sömürü miraslarını, üç beş yüzyıl sonra yine Avrupalı dedelerinden bağımsızlığını ilan eden melezleşmiş torunlarına bıraktılar; onlar biraz daha az öldürdüler ve haklarını yemeyelim ki daha paylaşımcıydılar; sömürüyü paylaştılar örneğin ve toprakları; bu kez o kadar yabancıya da gitmediler, komşu Kuzey Amerika’nın şirketleriyle pay ediverdiler kıtayı. United Fruit, başta Orta Amerika olmak üzere bu toprakların ilk toprak ağalarından oldu böylece. Ki çok mümkündür ki bu şirketin, bazı bölgelerde bal tadındaki muzun tadını kaçırarak, Latin Amerika’da tuz basıp pişirilmedikçe yenmeyecek kadar acı olmasındaki payı büyüktür.
Márquez’in 87 yıl önce doğduğu Aracataca’da ve diğer her yerde halkın kısaca Muz Şirketi dediği United Fruit, toprakla birlikte çevre limanları, yolları, ticaret gemilerini ve Kolombiya halkını, belli belirsiz nefes almasına yetecek kadar dolgun bir ücret karşılığında, sömürme hakkını ele geçiriverdi.
O zamanlar muz plantasyanlarındaki tarım işçilerine verilen değeri; 1928 katliamında Kolombiya ordusunun kaç işçiyi öldürdüğünün hiçbir zaman bilinememesinde tarttı insanlık tarihi. Rakamlar 8 ila 3 bin arasında değişiyor. Halbuki büyük ihtimalle hangi gün, hangi plantasyonda, kaç muzun toplanıp kaça satıldığının ve ne kadar kâr getirdiğinin hesabı hiç şaşmamıştır. Ölü işçi saymaksa kârlı bir iş değildir ne de olsa.

EN BÜYÜK GREV, EN BÜYÜK İŞÇİ KATLİAMI

Kolombiya çapında 30 bin muz işçisini örgütlemeyi başaran İşçi Birliği isimli sendika, sağlıklı çadırlar, ücret artışı, haftalık yevmiye, pazar günleri tatil, plantasyonlara revir kurulması ve iş kazaları için önlem alınması talepleriyle 11 Kasım 1928’de greve çıktı. Hükümeti arkasına alan Muz Şirketi talepleri kabul etmeyince 5 Aralık günü binlerce işçi, eşleri ve çocuklarıyla birlikte, Cienaga kenti meydanında, ertesi gün yürüyüşe geçene kadar beklemek için toplandı. Katliam gece gerçekleşti. Zamanın generali “dağılın” bildirisini okudu. İşçiler dağılmadı. Ateş emri verildi, işçiler öldürüldü. Ölü sayısı ile ilgili en kesin ifade “tren vagonlarına üst üste dolduracak kadar” şeklinde oldu.
Márquez, anılarını yazdığı  “Anlatmak için Yaşamak” kitabında şöyle anlatıyor: “1928 yılında  o gün, ordu bu meydanda, Muz Şirketi’nin kayıtlarında asla doğrusunun yer almadığı sayıda insanı katletmişti. Gözlerimle görmüşçesine aşina olduğum bir olaydı; kendimi bildim bileli dedemden belki bin kez dinlemiştim. Asker grevdeki işçilerin bir alay çapulcudan ibaret olduklarını açıklayan bir bildiri okuyordu. Görevliler meydanı boşaltmaları için beş dakika süre verdikten sonra üç bin erkek, kadın ve çocuk kızgın güneş altında yerlerinden bile kımıldayamamışlardı; sonra ateş emri, tüfeklerin takırtısı, tükürdükleri akkor halindeki parıltı, paniğe kapılıp birbirini ezen kalabalığın mitralyözün yöntemli ve yorulmak bilmez makasıyla karış karış kesilerek giderek azalması...” (Can Yayınları, 2005)

‘HİÇBİR ŞEYDEN BİRAZ DAHA AZ’ KAZANDIRAN MESLEK

Márquez, sadece dedesinden dinlemekle yetinmedi bu olayı. Grevin öncülerinden komünist işçi lideri, İşçi Birliği’nin kurucusu Raúl Eduardo Mahecha ile hapsedildiği cezaevinde röportaj da yaptı.
Gazeteciydi Márquez. Kimi geçinmek için gazetecilik yaptığını söylüyor. Halbuki kendi ifadesiyle gazetecilikten “hiçbir şeyden biraz daha az” kazanıyordu ve zaten “yazar olmak için açlıktan ölmeye bile razı”ydı.
Şu sözlerine ise 1971’de şair Pablo Neruda ile Paris’te yaptığı bir televizyon söyleşinde denk geldim: “Gazeteciliğe dönmek isterdim, ama özellikle muhabirliğe. Çünkü edebiyat gerçeklik duygusundan giderek uzaklaşarak ilerliyor. Buna karşılık muhabirlerin her gün anlık gerçeklikle bağ kurma avantajı var.”
Bu yüzden bir hikaye dinleyicisi olarak duyduğu katliamı, bir muhabir gibi araştırarak yazmıştı. Gerçekliğinin büyüsü anlatma yeteneğindeyse, özü, gerçeği yazıyor olmasındandı. 1982’de smokinle değil, beyaz yöresel kıyafeti ile aldığı Nobel ödülünün töreninde şöyle demişti çünkü: “Ummak istiyorum ki İsveç Edebiyat Akademisinin ilgisini kazanan şey, işte bu gözle görülen, büyük gerçeğin kendisidir, yazınsal dışavurum değil. Kağıtta kalan değil de içerimizde yaşayan, her dakika sayısız ölümlerinizi saptayan, hüzün ve güzellik dolu, doymak bilmez bir yaratıcılığı besleyen bir gerçek. Şu karşınızdaki gurbet gezgini Kolombiyalı da işte bu gerçeğin, şans eseri seçilmiş ufak bir imgesidir. Ozan ve dilenci, müzikçi ve peygamber, savaşçı ve harami, her birimiz o gem vurulamaz gerçeğin birer parçası olan bizler, hiçbir zaman hayal gücümüze fazla yüklenmek zorunda kalmadık, çünkü bizim ana sorunumuz yaşamlarımızı yaşanabilir kılmanın alışagelmiş yollarından yoksun oluşumuzdu. İşte dostlarım, bizim yalnızlığımızın püf noktası budur..”

İKİNCİ KATLİAM

Márquez’in hayatını etkileyen ikinci katliam, ilkinden 20 yıl sonra gerçekleşir ve ne tesadüf ki öznesi, 20 yıl önceki muz katliamını araştıran ve ülkenin meclisinde dile getiren tek kişidir.  Zamanın iki partili sisteminin iktidardaki Muhafazakar Parti’nin rakibi olan muhalefetteki Liberal Parti’nin yaklaşan seçimler için devlet başkanı adayı gösterdiği ve seçileceğine kesin gözüyle bakılan Jorge Gaitán, 9 Nisan 1948’de bir suikastla öldürüldü. Aynı gün başkent Bogota’ya akan yoksullar ve emekçilerden 10 bin kişi katledildi. O gün katliamın tanıklarından biri de genç Fidel Castro’ydu. Castro’nun devrimci tarihinin oluşmasında da etkisi vardı katliamın.
“Bogotazo” denilen katliam, Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’nin yani FARC’ın doğmasına da neden olan olaydır. Márquez’in, ABD işbirlikçiliğinde ve kendi halkını katletmekle tarih yazmış Kolombiya hükümetleriyle FARC arasındaki barış görüşmelerinin arabulucularından olması ise hiç tesadüf değildir. Romanlarına verdiği emeği barıştan asla esirmemiştir. Nobel ödülü alana kadar Márquez’i hapsetmek için uğraşan ve sıla özleminin nedeni olanların mirasyedisi zamane Kolombiya Hükümeti, bugün Márquez için boşuna yas ilan ediyor. Barış ilan etmediği sürece Márquez’in adıyla ilgili tasarrufta bulunma hakkına sahip değildir.

MARQUEZ’İN KÜLLERİ

Márquez’in politik tarihini “Fidel Castro ile iyi arkadaştı” sözüne sıkıştırmak isteyenlerin onun emekçiler ve insan hakları için verdiği mücadelesini ve ilerici hükümetlere açık destek ve dostluğunu görmezden gelme çabaları boşuna.
Su çatlağını bulamadı, Márquez toprağına dönemedi. Cenazesi yakıldı ve külleri bir vazoya sığdırıldı. Ancak Márquez’in, öldürüldükçe yeniden doğmakta anka kuşu kadar yetenekli mirası, ki adına özetle Latin Amerika halklarının gerçek hikayesi denebilir, romanlarının sayfalarında nefes almayı sürdürüyor. Halkların mücadelesi de bu mirasa her gün yeni bir büyü ekliyor.
“Kişi ölmesi gerektiğinde değil, ölebildiğinde ölür” demiş Márquez.
Márquez, yaşıyor.


YÜZYILLIK YALNIZLIK’TA MUZ İŞÇİLERİ KATLİAMI

“...Askerler kısa boylu, tıknaz, hayvan yapılıydılar. At gibi terliyorlar, güneşte yanmış hayvan derisi kokuyorlar, dağlık bölge insalarına özgü inatçı ve sustun bir dirençle dayanıyorlardı. Alayların geçişi bir saatten uzun sürdüyse de, bunlar peşpeşe çemberler çizerek dönen birkaç mangadan farksızdılar.
Çünkü hepsi birbirinin eşiydi, hepsi aynı orospunun çocuklarıydı ve sırt çantalarıyla mataralarının ağırlığını, süngü çakılmış tüfeklerinin ayıbını, körü körüne itaatin onmaz çıbanını ve sözümona onur duygusunu hep aynı vurdumduylazlıkla yaşıyorlardı.
(...) Yüzbaşı ateş emri verdi ve on dört makineli tüfek o anda emri yerine getirdi. Ama bütün bunlar gülünç bir oyun gibi görünüyordu. Sanki makineli tüfeklere boş kapsül doldurulmuş gibiydi. Çünkü tüfeklerin tarrakası duyulduğu ve ardı kesilmeden kurşun tükürdüğü görüldüğü halde, kalabalıkta en ufak bir tepki yoktu. Bir anda taş kesilmiş gibi duran kalabalıktan ne bir ses, ne bir soluk duyuluyordu. Birden istasyon tarafından yükselen bir ölüm çığlığı büyüyü bozdu. Duyulan, Aaah, anacığım, avazesi yeri göğü titreten bir ses, volkanik bir soluk, dünyalar değiştiren bir kükreme olup bomba gibi patladı kalabalığın ortasında. Panik içinde bir anda kaynaşan kalabalık, kadınla kucağındaki çocuğu yutup sürüklerken, Jose Arcadio Segundo, ancak öteki çocuğu yakalamaya fırsat bulabildi.
(...) Öndekiler ilk kurşun dalgasıyla taranmış ve yere yıkılmışlardı bile. Sağ kalanlar yere yatacakları yerde ufak alana çekilmeye çalıştılar. Ne var ki, karşı sokaktaki makineliler de yaylım ateşine başlamışlardı. İki ateş arasında sıkışan kalabalık, iki yönde atılan bir ejder kuyruğuna benziyordu. Kitle devasa bir girdap gibi dönmeye başladı. Hiç kesilmeyen makinelilerin ateşiyle kat kat soyulan soğan gibi ortaya doğru azalıyorlardı.
(...)Yetkililerin açıkladığına göre, ölen yoktu; istekleri yerine gelen işçiler, ailelerinin yanına dönmüşler ve Muz Şirketi yağmurlar kesilinceye kadar çalışmalarına ara vermişti

ÖNCEKİ HABER

1 Mayıs, Haziran\'ı çağırıyor!

SONRAKİ HABER

NBA\'de gündem ırkçılık; ‘Oyunumuzda yeri yok’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa