03 Mayıs 2014 12:52

Ortak bölenlerin en büyüğü

Bölen çok. Bölüne bölüne yalnızlaşan, bir of çekse karşıki dağları yıkacak olan da çok. Bu bölünmüşlükle yaşayıp giderken, en yakınındakinden umudu kesen de çok. Değişime yönelik en küçük çağrıya “hadi ben geldim diyelim, onlar gelmez ki”, “bunlar bizi yarı yolda bırakır” diyen çok. Ses çıkarmaya davete “benim zaten öyle sorunlarım yok” diyen, “hadi gel şöyle yapalım” cümlesine “siz yapın, tutarsa ben de dâhil olurum” diyen de çok...

Ortak bölenlerin en büyüğü
Paylaş

Sevda KARACA

Ayşe, aynı bantta çalıştığı Berivan’ı sevmiyor. Aynı çilenin ucundan tutuyorlar ama; o Kürt.
Fatma, aynı apartmanda oturduğu Tuba’yı sevmiyor. Aynı derdin tasasını taşıyorlar ama; o türbanlı diye sanki aksi aksi davranıyor ona.
Merve, aynı okulda okuduğu Aslı’yı sevmiyor. Aynı yurdun yurtsuzu, aynı ağacın kırık dalları onlar ama, o başka bir partiye oy veriyor.
Serap, her gün aynı servisle işe gittiği Meral’i sevmiyor. Aynı plazanın nefessiz soluklarını çekiyorlar içlerine ama; o çok süslü, hem de amire karşı fazla bön.
Nimet, kaynının eşi Sinem’i sevmiyor. Aynı hanenin dert ortağı onlar ama; Sinem iş bulabildi çalışıyor, diğerine evde çocuk bakmak düştü.
Bölünüyoruz. Ortadan ikiye, bazı bazı üçe dörde beşe bölünüyoruz. Kürt olduğumuz, Alevi olduğumuz, Sünni olduğumuz, Malatyalı, Tokatlı olduğumuz, ev kadını, çalışan olduğumuz, türbanlı olduğumuz, laik olduğumuz, öte mahalleden olduğumuz için… Bölüne bölüne küçülüyoruz; yalnız, bir başımıza uğraşıp didinip, hayat denen çarkın dişlileri kırılmasın diye çabalıyoruz. Ama kırılıyor işte çarklar, kanırta kanırta içimizi. Akşam yenecek yemeğin tasası az zaman sonra kapanınca okul nereye bırakılacağı meçhul çocukların derdine tamamlanıyor. Ödenecek kiranın sıkıntısı, o dört duvar arasında sessizce büyüyen depresyona yol veriyor. Her gün bir başka şekilde yaşanan şiddet ev içlerinden sokaklara, kentlere yayılıyor. Ezile ezile yol alıyoruz zamanda da, derdimizi kimseye anlatamıyoruz.
Ne şuncacık tahammülümüz, ne de birbirimize el verecek sabrımız var.

OKEK VE OBEB PROBLEMİ
Bölen çok. Bölüne bölüne yalnızlaşan, bir of çekse karşıki dağları yıkacak olan da çok. Bu bölünmüşlükle yaşayıp giderken, en yakınındakinden umudu kesen de çok. Değişime yönelik en küçük çağrıya “hadi ben geldim diyelim, onlar gelmez ki”, “bunlar bizi yarı yolda bırakır” diyen çok. Ses çıkarmaya davete “benim zaten öyle sorunlarım yok” diyen, “hadi gel şöyle yapalım” cümlesine “siz yapın, tutarsa ben de dâhil olurum” diyen de çok.
İnsanın insana düşmanlığı insanlığı değil, insanı sömüren çarkların dişlilerini büyütür. Her bir bir aradalık adımında o sömüren çarkların bir dişlisinin bizi araya alma çabası bundandır. Kimi zaman ustabaşıdır işçilerin bir araya gelmesini bir bölme taktiğiyle engelleyen, kimi zaman mahalledeki bir komşu. Ya da kocadır, bir kadının başka bir kadına sırtını dayayıp güçlenmesini rahatını bozan bir eylem olarak gören, “kır bacağını otur evinde” diyen.

ORMAN DÜZENİYLE NEREYE KADAR?
Toplumsal bölünmenin ve kutuplaşmanın paydaşı olmayana yer bırakmayan iktidar, bir yandan “benim vatandaşım” algısı yaratarak kendinden olmayanı toplumun düşmanı ilan ederken, aramızda oluşan çatlaklardan sızıyor, kendi dünya fikrini içimize içimize zerk etmeye çalışıyor. Kendini güçlüden yana taraf kılmanın hayatta kalmak için, gelecek kaygısını azaltmak için zaruri hale getirildiği bir toplumsal düzende toplumsal adaletin köküne kibrit suyu dökülüyor. Önyargılar, güçlüden yana saf tutmakla kavuşulan küçük artıkların kıymetinin arttığı bir ekonomik düzende besleniyor da besleniyor. Bizi birbirimize sorumlu kılan bir arada yaşam, kılavuzu bölerek güçlenme olan iktidarın hamleleriyle her koyunun kendi bacağından asıldığı bir vahşi ormana dönüşüyor. Kendimizi, ailemizi, sevdiklerimizi kollama çabamız, bu bireysel mücadele, güçlü olanın güçsüzü her daim yediği vahşi ormandaki ürkek ceylandan farksız kılıyor bizi… En çok kadınların ve çocukların “yendiği” bu orman düzeni, güçsüzleştiriyor bizi…
En küçük ortak katımız güvensizlik. En büyük ortak bölen ise bizi birbirimize güvensiz, bizi birbirimize yabancı, bizi birbirimize düşman kılan bu sistem!  

ORTAK BÖLENE KARŞI EN BÜYÜK GÜÇ KADINLAR
Öyleyse ne yapmalı? Madem bizi bölen, bizi çatlatan, o çatlaklara nefreti, öfkeyi, korkuyu, vurdumduymazlığı, bireyciliği, ayrışmayı dolduran bu sisteme karşı ne yapmalı? Birliğin, bir arada olmanın, birinin başına geleni kendi başına gelmiş saymanın değiştirici gücüne inanmak, hayatı değiştiren yegâne güçlerden biri!
Nereden mi biliyoruz böyle olduğunu?
Elinizde tuttuğunuz bu dergideki kadın hikâyelerinden.
Adile anlattı Esenyalılı kadınların birbirlerine güven duymayı nasıl öğrendiğini: “aynı sorunları yaşıyoruz ama sorun sadece yaşayanın oluyor. Yaşadığım bir sorunu, benimle aynı şeyleri yaşayan bir başka kadınla çok rahat paylaşamıyorum, bunun birçok nedeni var. En önemli nedenlerden biri güven sorunu…” Peki ne yaptılar bu sorunu çözmek için? Sistemin bizi böle böle küçülttüğü paydalarımızı ortaklaştırmışlar; kadınların bir araya geleceği bir “ortam” yaratmışlar. Yani, kadınlar arasına çizilen sınırları ortadan kaldırmışlar.
Uyuşturucu ve rant çetelerinin gölgesi altında kendileri ve çocukları için bir hayat ve gelecek tesis etmeye çalışan kadınların tasalarını okuyun. Her birimizin aynı kaygıyla yoğrulmamızı ve sadece kendimizi kurtarmamızı salık veren sisteme karşı ne yapıyorlar dersiniz? Kaygıların kaynağına, annelikle çeperlenmiş kabukların oluşumuna bakıyorlar. Kendilerine dair duydukları kaygı, ancak ve ancak topyekün bir değişimle kalkacak ortadan, bunu fark ediyorlar laf lafı açtıkça.
Her birinizin ayrı ayrı yaşadığı korkunç şiddeti ta iliklerinde hisseden Ayşe’nin mektubunu okudunuz mu? Acısını paylaşmaya değer gören insan ilk adımı atar, o paylaşımı tüm kadınlarla yapmanın sağaltıcı etkisi içinde hiç tahmin etmeyeceğiniz gizil bir güçlendirici taşır. İşte biz, kadınların elleriyle yoğurdukları o gizil gücü taşırken sayfalarımıza, biliyorduk başka kadınların o hamura ellerini sokacaklarını. Ayşe bunun örneği işte; “Ekmek ve Gül’de birçok kadın hikâyesi okudum, daha fazlasını yaşayıp en umutsuz oldukları anda kendilerine ışık tutan bir yol bulmuşlardı. Ben de yapabilirim diye düşündüm” diyor. Bize her fırsatta umudu kesmeyi salık veren sisteme karşı “hadi oradan” diyor bu canım cümlesiyle.
Gülcan anlattı “ay ben anlamam o işlerden” deyip kendimizi kendi sorunlarımıza mahkûm ettikçe elimizden alınan hayatımızı küçücük bir adımla nasıl da geri kazanabileceğimizi. Ne yaptı? Sistemin her fırsatta kadına “sen anlamazsın” dediği işlere burnunu soktu! Kadınlarla siyaset yapmaya başladı. O değiştikçe, kadınlar değişti, kadınlar değiştikçe ağrılar dindi. Dinen yalnızca beden ağrıları değil, insanlıktan ümidi kesmenin ciğere işleyen ağrısı da kalmadı.
Gülcan’ın hikâyesine ekleniyor Atalar Mahallesi’nden Gülümser ve Sibel’in hikayesi. Ne yapmalı sorusuna yanıt net: “Gücümüzün hep beraber farkına varmalıyız. Önce kadının özgücünün farkına varmasını sağlamalıyız. İşte o zaman bize zulmeden bu düzeni değiştirebiliriz...”
Bu hikâyeler meselenin özünü de çözümünü de ortaya koyuyor işte.
Ortak bölenlerin en büyüğü sistemse, ortak bölene karşı en büyük güç de kadınlar!

ÖNCEKİ HABER

Eskişehir\'de fabrika önü muhabbeti

SONRAKİ HABER

İşimize, ekmeğimize, haklarımıza birbirimize sahip çıkalım!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa