Ebru Nihan CELKAN*
“Kendini yıpratmaya gerek yok. Kazanan kimse onun yanında olacaksın.”
Uzun Dönem beyaz yaka stajyer
Mayıs 2014 İstanbul
Bir Pazartesi günü koşturması sırasında çalıştığım ofiste duyduğum, herkesin gülüp geçtiği, benim ise bir türlü geçemediğim bu cümle 22 yaşında bir genç tarafından söylendi. Espriydi. Konu politikaydı. Ne gerek vardı yıpratmaya kendini, kim kazandıysa onun yanında olmak yormayacaktı. Bu genç 22 yaşında yorulmamanın yolunu bulmuş, pırıl pırıl geleceğine, hatta ortak geleceğimize, esprili göndermeler yapıyordu. Yanındaki kıdemli beyaz yakalılar olarak gülüyorduk. Utanmıyorduk. Şaşırmıyorduk. Gülüyorduk...
Sahi biz neye gülüyorduk?
Düşündüm.
Sadece başarılı olmak için, başarıya doğru, başarı aşkıyla güdülenen dünya nesillerinin insanlığı getirdiği hal ortak deneyimimiz olarak gözümüzün önünde duruyor.
Başarılı olmak için bir takım engelleri aşmalı, bir takım rekabet arenalarına girmeli ve kazanmalısın. Rekabet “başka” biri ile girişilecek çetin bir mücadele olarak tanımladığında bertaraf edilmesi gereken rakipler hemen karşı tarafa hizalanıyor. Rekabet kontrolden çıktığında ise rakipler kolayca “düşman”a dönüşüyor. “Düşman” = kötülüğünüzü isteyen, varlığınızı istemeyen, sizi yok etmek isteyen kişi. Bir düşman söz konusu olduğunda ve varlığınız tehdit altındaysa tek yol kazanmaktır. Kazanamayan yok olacaktır.
İş dünyası ve spor için doğal oyun kuralı gibi sunulan rekabet gittikçe hayatımızın her alanını tanımlıyor. Sosyal, politik, kültürel platformlardan tutunda en sevdiğiniz dergiye, lokantaya, renge, yönetmene, yazara kadar her alanda konuşmalarımızı getirdiğimiz nokta maalesef rekabet arenası oluyor. Bu arenada sizden beklenen, kişisel olarak ayakta kalan, yani kazanan olmanız. Bireysel olarak bir kazanan olmanız yetmiyor, arkadaşlarınız, aileniz, eşiniz, çalıştığınız şirket, tuttuğunuz takım, desteklediğiniz politikacı, güvendiğiniz banka, kullandığınız telefon, dinlediğiniz müzisyen, gittiğiniz film de kazanan olmalı.
Topyekün bir “kazanan fetişizmi” yaşamalı ve yaşatmalısınız. Yaşatmalısınız, zira kazananlar yalnızca kazananlarla beraber var olmalılar.
'ŞANLI MAĞLUBİYET'
Oysa çok değil hemen Fatih Terim öncesi “şanlı mağlubiyet” alan takımı her şeye rağmen destekleyen insanlardık. Yanlış anlaşılmasın yenilmeyi ve yenilgiyi kutsamak meramı taşımıyorum. Kazananın yüceltilmesinin bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldığını, yayıldığı alanları tükettiğini söylüyorum. Kazanmak için her yol mübah anlayışının kademeli olarak değer kazanmasının, başarı ve kazanma duygusunun yoksunluğunda bağımlılık sahiplerinin gözünü kırpmadan insanların canını alacak duruma gelmesinden bahsediyorum. Tıpkı büyümenin derinleşmeden daha kıymetli olduğunun dayatılması gibi...
Doğal kaynaklarımızın erozyona uğradığı gerçeği hepimizi yaralıyor ancak kendi adıma bir başka gerçeğin beni daha derinden sarstığını belirtmek istiyorum.
İnsanlığımız yağmalanıyor.
Kazananla beraber konfeti yağmuru altında poz verme isteği, kaybedene omuz vermekten kıymetli bir hale geliyor. Artık kimse takımının aldığı “şerefli mağlubiyeti” önemsemiyor. Mücadelenin kendisinin parçası olmak değil sonuçta yaşanan o akıl sağlığını zorlayan coşkunun parçası olmak değerli görülüyor.
Peki ne yapmalı? Tabii ki herkes kendi yolunu bulmalı, seçmeli, o yolda kendi dilediğince ısrarcı olmalı. Tek bir çözüm önerisi, bir mucize, bir abrakadabranın mümkün olduğunu sanmıyorum. Çözüm canların nefesi sayısınca...
Kendi nefesimin yettiği yerden en az iki farklı yol görüyorum.
Rekabeti toptan reddedebiliriz. Bu bir seçim. Kendi kurduğumuz yapılar içerisinde rekabete izin vermeyebiliriz. Rekabetin insanın yalnızca kendi ile girişeceği bir mücadele olması gerektiğini ve mutluluğun bir başkası, bir düşman karşısında alınacak galibiyetten çok kendi özümüze karşı bir meydan okuma olduğunu hatırlatabiliriz kendimize ve sevdiklerimize. Bu meydan okumanın bir sona doğru hareket etmek değil, döngüsel biçimde kendi kendini her seferinde aşan ve bir spiral gibi yükselen bir yol olduğunu düşünebilir ve uygulayabiliriz.
Ya kendi sistemimizi kurma özgürlüğümüz yoksa? Ya bir plazada sabah 09:00 akşam 18:00 çalışıyorsak? Boğazımıza kadar rekabet içine atılmışsak ve bunun dışına çıkmak hayata devam etmemizi zorlaştıracaksa? Hepsini boşverin çıkma cesaretimiz yoksa? (Ki bunların hepsi insan olmanın meşruluğu gereğidir) yine de yapabileceklerimiz olduğunu düşünüyorum.
“Günaydın” demenin hor görüldüğü yerlerde her sabah ısrarla günaydın demek, dövüşmek için öne sürüldüğümüz tüm rekabet ortamlarında rakibimizle değil kendimizle mücadele etmek, mağlup olanları sevdiğimizi açıkça beyan etmek, tuttuğumuz büyük takımı bırakıp doğduğumuz şehrin takımını tutmak veya sadece renklerini sevdiğimiz bir başka takımı tutmak, adını hiç bilmediğimiz genç sinemacının filmine gitmek, nezaket kurallarını hiçe sayanların gözünün içine bakarak nezaket göstermek,kimsenin konuşmadığı iş arkadaşımızla muhabbeti geliştirmek, “nefret ediyorum” cümleleri yerine “ne çok seviyorum” cümleleri kurmak, kötümserliğin değil umudun dilini konuşmak, daha önce yolunu bilmediğimiz alternatif sahnelerden içeri girmek, rafların ön tarafından değil arkalara atılmış bir yazarın kitabını almak, çok satmamış, satamamış bir müzisyenin konserine gitmek, dalga geçileceğini bilmene rağmen desteklediğin politikacıyı söylemek, kazanan olmadığında üzülmemek, doğruyu sana ait olan doğruyu söylemek...
Var olmaktan çok sahip olmayı önümüze iteleyen günümüz sisteminin bizleri başarılı birer nesneye dönüştürmesine izin vermek yerine dünyayı değiştiren, dönüştüren özneler olmayı istemek belki yeniden nefes almamızın yollarından biri olabilir. Dünyaya rağmen ve ona meydan okuyarak değil dünyayla beraber çoğalarak birlikte yaşamayı ve kazanmayı yeniden inşa ederek ortak hayatımızı şekillendirebiliriz.
“Kazanan” ilan edilenleri beslemeyi kesmeli. Hep ve sadece kazananı sevmeye son vermeli.
“Kazanan” diye sunulanların “kaybeden” diye etiketlenenlerin üzerinde yükseldiğini görmeli, konuşmalı ve beraberce dönüştürmeliyiz.
*Tiyatro Metin Yazarı
Evrensel'i Takip Et