Ebru Nihan CELKAN*
Kelimelerin ne kadar anlamı kaldı bilmiyorum.
Konuşmanın, yazmanın ne ifade ettiğini neye karşılık geldiğini artık hiç bilmiyorum. Yaşadığımız korkunç acının kelimeleri kullanarak tarif edilebileceğini sanmıyorum, en azından ben edemem.
Bir canının artık varolmaması kendi başına travmatik ve aklımın sınırlarını zorlayan bir yere tekabül ediyor. İnsanların çoğunun yaşamın bittiği noktadan sonrasına dair fikirleri ve inanışları var. Kendi adıma tek bir inanış ve fikrim olmadı, olamadı. Belki bu nedenle artık benimle aynı düzlemde / uzamda / yerde olmayan can içimde sınırlarını bilemediğim bir boşluk yaratıyor. Artık olmayana göstereceğim özlemin muhattabı artık olmadığı için daha da zorlanıyorum acımın şeklini, biçimini belirtmekte.
Korkunç facia, felaket, cinayet, kıyım yaşandığından beri hergün 290 isim saymaya çalışıyorum art arda. Bir yerde duruyor yoruluyor sayamıyorum. Sonra yüzlerini hayal etmeye çalışıyorum ve hayatlarını kendi dünyamdan başka dünyalara köprü yapmaya çalışıyorum artık olmayan olmayacak dünyalara... Nerede oturuyor, nerede yemek yiyor, ne hayal kuruyor, ne umut ediyorlardı.
O hayaller nereye gitti? O umutlar nerede? Eğer hiçbir şey yoktan var olmuyorsa ve vardan yok olmuyorsa onları bulabiliriz değil mi?
Bütün bunlar kafamın içinde olup biterken gözümün önünden geçen görüntülere bakıyorum. Herkes konuşuyor. Herkes. Ben de dahilim buna kendimi ayrı tutmuyorum. “Herkesin ne çok sözü var olan bitene dair” diye geçiriyorum içimden, sadece işçileri duymuyorum. Arkadaşlarını, tanıdıklarını, meslektaşlarını, ailesinden birini yer altından çıkaran işçileri duymuyorum. Onların sözü yok mu? Elbette vardır.
Peki neden bu suskunluk?
Yas tutmanın ve acı çekmenin kendine dair bir gerçekliği var. O gerçeklik insanı konuşturmayan, nefesini kesen, kelimeleri boğazına düğüm eden bir gerçeklik. Kendi bulunduğum noktadan bu yas hali ile aynı gerçeklikte olmadığımı fark ediyorum.
Utanıyorum. Utanıyorum. Utanıyorum.
İşte o zaman kelimeler iyice anlamını kaybediyor. İşte o zaman cenaze evindeki sessizlikler içime batıyor. Susalım mı? Kocaman bir sessizlik olalım mı? Önümüze bakıp kendi payımızı kendi sorumluluğumuzu anlayana kadar göz göze gelmeyelim, konuşmayalım, gülmeyelim, utanalım mı?
Sonra ekranda bir adam beliriyor. Beyaz gömleği ve siyah takım elbisesiyle. Her şeye hakim her şeyden emin boş bir başak gibi dimdik. Oysa dedem derdi “Dolu başak mahcup boynunu büker boş başak dik durup kendini kibre verirken.”Hiçbir mahcubiyet yok, hiçbir üzüntü yok suratında. “Trafolara kedi girmiştir ondan kesilmiştir seçim günü elektrikler” derken nasıl konuşuyorsa aynı şekilde konuşuyor. Özür dilemiyor, boynunu bükmüyor, mahcubiyeti yok. Çok temel soruların cevabını bilmiyor veya biliyor söylemiyor. Konuşuyor ama ne diyor? Hiç. Bu görüntü detaya baktığımızda daha da korkunçlaşıyor. Konuşanın arkasına baktığımızda 20-30 kişilik “erkek” bir kalabalık. Bakan konuştukça kafalarını sallayarak bakanı teyit ediyorlar. Neyi teyit ediyorlar? Kim bu insanlar? Suratlarındaki o ifade nedir? Neyi temsil ediyorlar?
Bu görüntüye kötülüğün saltanatı adını uygun gördüm.
Saltanat çünkü sınırlayamıyoruz. Dibi yok, dibini göremiyoruz. Arsızca madende çalışırken hayatını kaybeden işçinin yaşını kendine istifa kerterizi olarak belirleyebiliyor. Burası dibi diyoruz. Yok değil. Yerde yatan iki askerin tuttuğu birinin hayalarına tekme atmak olarak tekrar beliriyor. Burası son durak değil mi? Diyecek oluyoruz. Hayır. Bir süper markette başbakanın bir cana attığı tokat olarak tekrar karşımıza çıkıyor. Şatafatlı bir kötülük zenginliği içindeyiz. Ve bu kötülük “milli irade” kod adıyla meşrulaştırılıp hepimizin suratına defalarca indiriliyor.
Hayatında bir kere tokat yemiş ve karşılığını vermemiş insanlar şunu bilir ki; aslında acı tokattan kaynaklanmaz. Acı tokatı atanın kibrinden, ona hiç hesap soramayacağını bilmekten kaynaklanır. Acı adaletsizlikten kaynaklanır. Eşitsizlikten. Tokatı atanda bilir bunları ve işte kötülük tam bu noktada iyice belirginleşir. Sana karşılık veremeyeceğini bildiğin birine attığın tokat kötülüğün saltanatıdır.
“Dünyanın neresinde olursa olsun başkasına atılan tokatı kendi yüzünde hissetmeyenin insanlığından şüphe duyan”* lardan biri olarak bu tokatın bizi birbirimize tekrar bakmaya zorlayacağını umuyorum. Acıyı yaşamak yerine saltanatın ahvalini düşünenlere, ufak bir mahçubiyet susmayı tercih edeceğine hükümetin hangi üyesini nasıl argümanlarla korurum diye kılı kırk yaranlara, gözün gördüğünü “yok o başbakan değil” diyerek aklamaya çalışanlara, “tokatı attıysa karşısındaki hak etmiştir” diyene ve daha nice etek öpme sevdalısına söylenecek tek söz kalmamıştır. Artık mağduriyetleri anlaşılacak bir grup insanla değil küstahlıkları ve kötülükleri suratlarına vurulacak insanlarla karşı karşıyayız. Bir tokata verilecek en güzel ve şık karşılık tokatı atanın gözlerinin içine bakıp gülümsemek ve ona kim olduğunu tekrar tekrar hatırlatmaktır. Aldığınız tüm canların yükü omuzlarımızda her köşe başında size gülümseyen bir çift göz olarak umudu çoğaltacağız.
Bir gün bir yerde sizinle ve saltanatlı kötülüğünüzle göz göze gelme ümidiyle...
Kaybettiğimiz tüm canların mekanı cennet olsun, ruhları huzur bulsun, ailelerinin başı sağ olsun, hepimizin başı sağ olsun.
*Tiyatro Metin Yazarı
*Ernesto Che Guevara
Evrensel'i Takip Et