Dîyarbekir mala mina
Diyarbekîr’de kitap fuarı var ve Okmeydanı’nda insanlar öldürüyorlar. Bazı sular, bazı sulara katılınca beyaza dönüyor. İnsanın edecek cümlesi olmuyor.
Mehmet Said AYDIN
Etimoloji tahminimizden çok şeye tekabül eder. Mümkündür. Mesela bir kelimenin tarihi geçmişini izlemek ihtimali büyük heves verebilir insana. Hadi diyeyim, ben bunu Diyarbekîr’de “Ben û Sen” isimli bir yerden yazıyorum. Kendisine meyhane de diyorlar.
Ben ve Sen demek bu. Aslında bir burcun adı. Burç ne demek? Arapça kale, hisar demek. Diyarbekîr etrafı surlarla çevrili bir memleket. Ve burada bir fuar var, kitap fuarı. Ki zaten bu haber değeri taşımıyor aslında. Memleketin büyük şehirlerinden birinde kitap fuarı olmasının teorik olarak haber değer taşımaması lazım. Ama her şeyden ama her şeyden “mümteni” olduğumuz günler. Demiştim, etimoloji çok şeydir.
Fizikî başkentimdi benim Diyarbekîr uzun yıllar. Şu hayatta ilk söyleşime orada gittim, ilk sinema filmini artık olmayan Emek Sineması’nda izledim, ilk söyleşimi orada dinledim. Havsalamın aldığı en büyük yer orasıydı Kızıltepe’den doğru. Sıraya girdim, sıra bana geldi, uzattım kitabı ikinci sayfasından ayırmış halimle. Sonra çıktım, sevindim, onu postaya verdim. Derler ki artık mektup yazmak romantik ve nostaljik bir eylem haline gelmiş. Doğrudur. Oysa ki ben halen günlük tutuyor ve günlük yazıyorum. Bazı şeylere biraz fazla heyecanlanıyor bile olabilirim. Mümkündür.
Med memleketinin adıyla anılıyor şu an içinde olduğum yer. Bunun da manalar için bir manası var. Çünkü surlardan biri adı bu. Çünkü Medlerin memleketi demek Amed. Çünkü bazı insanlar fıtratlarının gereği olarak ölüyor.
Şimdi bak çok basit bir şeyden söz edeceğim. Yerin bilmem kaç kat altına insanlar iniyor. Bunu ne için yapıyor biliyor musun? Sen mesela ısınasın diye yahut elektrik bir şekilde kullanılsın diye çıkıyor o kömür. Kömür ile ömür arasında kurulacak bütün kafiyeler her an, hemen kıymetten düşüyor. Kıymetin kıymetler içinde bir anlamı var. Çünkü bazı yazılara ne yazılacağını bilemiyor insan. Sözgelimi Şener Özmen şunu diyor: 90’lı yıllarda böyle bir takıntı çıktı ortaya. Merkez- periferi imgesel düzenekleriydi benim için, haz kaynağımdı, gerçekten müthiş haz alıyordum oynadıkça. Böyle bir hakikat var mıydı? Sömürge valileri gibi hareket eden küratörler vardı, benim derdim biraz da onlarla idi. Periferi, müthişti, sıkıcı ve yıkıcıydı bir kere. Düşkırıklıkları sahiciydi. Umutsuzluk üretimi dönemdeydik ve T.S. Eliot’ un da dediği üzere, “Sanırım dönekler geçidindeydik.”, şimdi kaldı mı böylesi argümanlar? Kalmasın da! Bir sanatçı için en büyük tehlike, işlerinin yaşadığı bölgenin sorunlarıyla anılması mıdır? Bu lokalleşme midir? Mona Hatoum’un işleri nedir? Nasıl okunmaktadır veyahut Filistin’le alakalı, hangi açık yaralara parmak basmaktadır? Çatışmanın merkezindeyim, bildiğim tek gerçek bu! “Mutlaka Diyarbakır’da kalmalı ve burada sanat üretmeliyim” sözüne de fazla güvenmeyin. “Kürt ve bölge gerçeği” okuması da yeni bir şey değil. Ben ne yaparsam yapayım (sanırım bunu sevgili Sarkis’le de konuşmuştuk) önünde sonunda götürecekleri yer aynı. Başka bir şey bilmediklerinden veyahut sanatın içsel sorunlarına vakıf olamadıklarından kaynaklanmıyor bu yaklaşım, bunu böyle görmek istedikleri için böyle. Sınıra çekildiğinde seni kontrol edebilmeleri daha kolay. Bilmiyorum, fakındalar mı, bu argümanlar bir başka cepheden Kürtçe yazın alanına da taşındı ve çokça tartışıldı. R. Alan’ın, “Bendname” (Avesta, 2009) adlı eleştirel kitabında “ReddiyeyaMînoriyekê” (Bir Minörlüğün Reddi) başlıklı oldukça sıkı bir metin var. Türkçesi de olsaydı keşke. “Kürtçe yazmak ne kadar eski ve dönemsel olsa da, Kürtçe yazmamak da o kadar eski ve süreklidir” diyor girişte R. Alan ve argümanlarını, Türkçe yazan Kürt orijinli yazarlar üzerinden ve onlarla ilgili koparılan yaygaralar üzerinden bir güzel geliştiriyor. “Ancak,” diyor yazının sonlarına doğru; “Kürtçe yazmak, her şeyden önce, bir değersizleştirme, yani asimilasyon, yapıbozum ve aşağılamaya karşı verilmiş anti-kolonyal bir yanıt olabilir, başka bir deyişe; bir minörlük dayatmasının reddi.” Belki, bir kez daha düşünmeli bunu.“ Bunlardan benim en çok ilgilendiğim kısmın “dönekler geçidindeydik” olmasının da manalar içinde bir anlamı olmalı. Şimdi Selim Temo konuşuyor yıllar evvelinden: “Mağdur edebiyatçı kendi diliyle de yazsa, egemenin diliyle de yazsa, yazabileceği konular sınırlıdır. Edebî hayatı, sanatsal yaratının doğasının aksine sınırlarla belirlenmiştir. Egemenine bir kültürünün, bir tarihinin, bir dilinin olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu, onun edebî pratiğini bir tür göreve çevirir. Edebiyatın en uğursuz düşmanı olan görev duygusunu bile ancak egemenin tanıdığı ve makul bulabileceği formlar içinde yerine getirebilir. Buna göre o, kendini tanımlayan ve tarif eden biri olacaktır. Bu yüzden kullandığı dil, kolay çevrilebilir olmalıdır. Hatta edebî pratiği, hangi dille yazarsa yazsın bizzat bir çeviridir.
Mağdur edebiyatçı sırtında toplumsal anıların yükünü taşır. Ürettiği metinler bu tarihsel anıları bir bakıma temsil eder. Öncelikle egemene seslenirler. Egemeni tabular ve katı yasalarla korunan dünyasından lirizme ve mistisizme davet ederler. Bu, bir tür edebî takkiyedir.” Bu da tesadüf olmamalı.
Diyarbekîr’de kitap fuarı var ve Okmeydanı’nda insanlar öldürüyorlar. Bazı sular, bazı sulara katılınca beyaza dönüyor. İnsanın edecek cümlesi olmuyor.