Yeraltı kenti
Sırtımızı demir putrellerin tuttuğu, aralan tahta döşeli kayalıkların oyulmasıya oluşturulmuş taş duvarlara veriyoruz.Ardına, her biri beş tonluk, yirmi kömür dolu araba takmış olan motor gürültüyle geçiyor önümüzden.
Adnan ÖZYALÇINER
Asma Dilaver ocağının baca ağzına vardığımızda saat dokuzu bulmuştu. Fahri, asansöre binerek kuyudan ocağa inmemizi istemedi. Hem üretim yapılan ayaklara varmak için yeraltında iki saatten fazla yürümemiz gerekiyormuş, hem de yüz metreden daha derindeymiş. 170 metrelik 320 metrelik derinliklerde çalışanlar da varmış.
Bizim ineceğimiz Taş Baca’nın deniz yüzeyinden derinliği ise yalnızca 32 metre. Fahri:
- Yanlış anlamayın, burada da yürünecek yolumuz var, diyerek baca ağzından, kentin karşı ucundaki üstü yemyeşil ağaçlarla kaplı top şimşiri andıran küçük bir tepeyi eliyle gösterdi:
- İşte o tepenin altından geçip arkasına kadar uzanacağız, dedi.
Ardından:
- Faytonu kaçırmasaydık, o kadar yürümezdik, diye ekledi.
Fayton işçileri baca ağzından alıp belli bir yere kadar götüren motora -bir çeşit lokomotif- bağlı küçük yolcu vagonlarıymış. Böyle bir olanağımız bulunmadığına göre:
- Rasgele, diyerek baca ağzından, yaya olarak yeraltının karanlığına daldık.
Arkamızdan gelen gün ışığı, biz yürüdükçe azaldı. İki ağzın birleştiği dirseği geçtikten sonra da büsbütün yok oldu. Şimdi önümüzü yalnız lambalarımızın ışığı aydınlatıyordu.
Ocağın tabanı raylarla döşeliydi. Yerler çamurdu. Yer yer su birikintileri vardı.İki yandan da derince bir arkın içinden fışkırtıyla akıyordu. Fahri:
- Bu sular çıkışa doğru akar, dedi. Yolunu kaybedersen çıkışı bunlarla bulabilirsin.
Lambamı, arktaki suya tuttum. Dediği doğruydu. Sular, küçük bir dere gibi, çıkış yönünde şırıltıyla akıyordu.
Fahri:
- Ben bu yolları, her gün, yalnız başıma geçerim, dedi. Onun için giderken şarkı söylerim. Bildiğim bütün şarkıları. Arka arkaya. Siz de konuşun ki yol uzamasın, nasıl gittiğimizi anlamayız o zaman.
Bence yolun uzamaması bahane. İnsan, böylece, asıl karanlık korkusunu yenmeye çalışıyordu. Bu içgüdüsel korku, bütün madencilerde vardı. Ocağın arabı dedikleri bir yaratıktan da sözedenler olmuştu. Bu yaratığın kendilerine tokat attığını bile iddia edenler çıkmıştı. Bütün bunlar karanlıkta bunalan, güneş ışığından, temiz havadan sekiz saat yoksun bırakılan madencinin sanrılarıydı.
Bağıra bağıra konuşup yürüyoruz şimdi. Ben, önüme, arkama bakarak, bastığım yere dikkat ederek yürümeye çalışıyorum. Çamura, su birikintilerine basmamaya özen gösteriyorum. Kendimi neden bu kadar sakındığımı ben de anlamıyorum. Bunu söyleyin
ce hep birlikte gülüyoruz. Ardından, rasgele lap lap, rayların ortasında, çamurun içinde, su birikintilerine basarak yürümeye başlıyorum.
Yeraltındaki ilk korkularımızı, ilk çekingenliklerimiz yeniyoruz böylece.
Issız, karanlık yolun sonundan birdenbire bir ışık büyüyerek bize doğru yaklaşıyor. Rayları sarsan bir tıkırtı. Karanlıktan:
- Motor, diye sesleniyor Fahri. Kenara çekilin!
Sırtımızı demir putrellerin tuttuğu, aralan tahta döşeli kayalıkların oyulmasıya oluşturulmuş taş duvarlara veriyoruz.
Ardına, her biri beş tonluk, yirmi kömür dolu araba takmış olan motor gürültüyle geçiyor önümüzden.
Ortalık yeniden ıssızlaşıyor. Biraz yürüdükten sonra ışıklı bir alana varıyoruz. Üstünde neonların yandığı büfe benzeri küçük bir kulübeyle yanındaki girintide silindir biçiminde makinaların bulunduğu bir elektrik santralına ulaşıyoruz. Kulübe, ilkyardım ünitesi. Sağlıkçıyla santral bakıcısına tanıştırıldıktan sonra yolumuza devam ediyoruz.
Burada duvara bilgisayarlar yerleştirilmiş. Havadaki metan gazını, karbon dioksit oranını, oksijeni ölçüyor. Fahri, düğmelere basıp ekrandan kontrol ediyor. Onun yanında da küçük pervaneli bir aygıt var. Havaya tuttu mu pervane dönüyor, metanın, karbon dioksitin, oksijenin oranını gösteriyor. Üretimin yapıldığı yerlerde ölçüp sayıların tutup tutmadığına bakacak. Onun işi bu. Ocakları dolaşıp ölçü almak. Tehlikeli sayıya ulaşıp ulaşmadığını saptamak. Böylece ocağın emniyetini sağlamak.
Bir yarım saat geçmeden motor, yeniden kömür yüklemek ya da gerekli araç gereci ulaştırmak üzere geri dönüyor. Raylar sarsılıyor şimdi.
Artık bir yeraltı kentinde olduğumuzu anlıyorum.
(Zonguldak’ın Kara Yazısı/ Ayak İzleri kitabından alınmıştır)