04 Haziran 2014 06:00

Gezi, AKP’nin düşüşünün baş aktörü olarak yazılacak

Dosyamızın dördüncü gününde konuğumuz Türkiye’nin en önemli tarihçilerinden Prof. Dr. Taner Timur... Türkiye tarihinin en önemli halk hareketlerinden birisini yaşadık. Sonuçları, niteliği, temelleri tartışma konusu olsa da tarihe güzel bir el yazısıyla not edileceği kesin… Belki şimdi, belki 20 yıl sonra.

Gezi, AKP’nin düşüşünün baş aktörü olarak yazılacak
Paylaş

Dosyamızın dördüncü gününde konuğumuz Türkiye’nin en önemli tarihçilerinden Prof. Dr. Taner Timur... Dosyamızın dördüncü gününde konuğumuz Türkiye’nin en önemli tarihçilerinden Prof. Dr. Taner Timur… Türkiye tarihinin en önemli halk hareketlerinden birisini yaşadık. Sonuçları, niteliği, temelleri tartışma konusu olsa da tarihe güzel bir el yazısıyla not edileceği kesin… Belki şimdi, belki 20 yıl sonra…

Sizce 20 yıl sonra tarih AKP’yi ve Gezi’yi nasıl yazar?
Yirmi yıl sonra AKP diye bir partinin mevcut olmayacağını, şanslı bir konjonktürün yarattığı bu yapay ve eklektik kuruluşun -tıpkı esinlendiği Demokrat Parti ve ANAP örnekleri gibi- tarihe karışmış olacağını düşünüyorum.

Bir dilek mi bu? Yoksa somut dayanakları var mı?
Erdoğan’ın başdanışmanı, geçenlerde bir köşe yazısında artık AKP’nin kalıcı bir parti olduğunu savunuyor, üye sayısı, kadın kolları, gençlik kolları hakkında rakamlar veriyordu. Böyle bir savunma bile şimdiden içlerinde bir kuşkunun doğduğunu, bir güvensizliğin başladığını göstermiyor mu? Aydınlar ülkede “dikta var mı, yok mu?​” diye tartışadursun, gerçek şu ki Recep Tayyip Erdoğan ülkede değil, kendi partisi içinde koyu bir dikta kurdu ve AKP’yi de keramet sahibi bir şeyhin tekkesi haline getirdi.

Tayyip Erdoğan gidince?
Kendisi gidince, büyük bir olasılıkla bu tekke çökecek, müritler dağılacaktır. Bu, elbette ki AKP’nin ön plana çıkardığı düşünce ve değerlerin sonu anlamına gelmiyor;  bunlar başka adlar taşıyan partiler ve siyasetçiler tarafından savunulmaya devam edilecektir. Fakat sanıyorum ki siyasal hayatımızdaki AKP parantezi kapanmış olacak ve Gezi direnişi de perdenin kapanışını tetikleyen baş aktör olarak tarihe şanlı harflerle yazılacaktır. Bu fırtınalı dönemdeki –aslında büyük ölçüde, fedakâr emekçi sınıfların hanesine yazılması gereken- başarıların gerçekçi bir bilançosunun da ancak o zaman yapılacağını düşünüyorum.

Gezi direnişi bir yılı geride bıraktı... Siz, bir tarihçi olarak; Gezi direnişini Türkiye siyasal tarihinde nereye koyarsınız?
Gezi direnişi siyasal hayatımızda tam bir kırılma noktası oldu. Geniş halk kesimleri, Haziran 2013’te, seçim başarılarıyla başı dönmüş popülist bir demagoji “usta”sına “dur!” dedi. Demokratik ve laik muhalefet, övünülen başarıların aslında temelsiz ve geleceksiz olduğunu; Pirrhus zaferinden de öte, bazı yönleriyle geleceğe ipotek koyan “zaferler” olduğunu anlatmak için ayaklandı.
Aslında, bir yıl, bu direnişi bütün boyutlarıyla tarihte alacağı yere oturtabilmek için yeterli bir süre değil. Yine de AKP’nin sınıfsal dayanaklarını, ideolojik hedeflerini ve dış politikadaki gelişmeleri anımsayarak bazı somut şeyler söyleyebiliriz.
Gezi direnişi tam bir yıl önce yaşandı, fakat bardağı taşıran ve direnişe yol açan nedenler daha önceki birkaç yıl içinde oluşmaya başlamıştı. İstersen önce bu nedenleri doğuran ortamı hatırlayalım: Aslında 2010’lar iktidar partisi için iyi başlamıştı; 2010, 11 ve 12 yılları Türkiye kapitalizmi için parlak yıllar oldular. Başta FED olmak üzere merkez bankalarının ekonomiyi canlandırmak için piyasaya pompaladıkları paralar daha çok bizimki gibi yüksek faizli piyasalara yaramış, ekonomi yükselişe geçmişti. Böylece 2008 krizinin yol açtığı küçülme (2009, yüzde -5) çabuk aşılmış, izleyen üç yılda da rekor büyüme oranları (sırasıyla yüzde 9, yüzde 8,8, yüzde 9,2) yakalanmıştı. 2011 seçimleri bu ortamda yapıldı ve AKP Haziran ayında  yüzde 49,9 gibi bir oy oranı tutturarak kendi rekorunu kırdı.
Bu seçimler 2010 yılı sonunda Tunus’taki gösterilerle başlayan “Arap Baharı” dalgalarını izlemişti. Bu da AKP iktidarı için çok iyi bir rastlantı oldu: Ortadoğu’daki despotik rejimlere karşı halkların demokratik ayaklanması, Batı’da gözlerin Türkiye’ye çevrilmesine yol açmıştı. Laik-demokratik rejimi ve “ılımlı İslam”ı ile Türkiye pekâlâ bu ülkelere bir “model” olabilirdi. Yine bu sıralarda “Kürt açılımı” da demokrat çevrelerde olumlu bir izlenim yaratmış ve barışçı politika iktidara güveni artırmıştı. Kısaca ortam çok elverişliydi ve Erdoğan’ın Kaddafi’den “İnsan hakları ödülü”, Suudi Arabistan Kralı’ndan da “İslam’a hizmet ödülü” aldığı çoktan unutulmuştu. Evet tablo mükemmeldi, ama seçimleri hemen izleyen dönemde biri içerden, diğer ikisi de dışarıdan kaynaklanan üç gelişme bu tabloyu hızla kararttı.

Nelerdi bu gelişmeler?
İç gelişme AKP liderinin psikolojisi ile ilgiliydi. 2010 Anayasa Referandum’u ve arkasından 2011 seçimlerinde ulaştığı oy oranları, daha önce çok sıkıntılı günler yaşamış Başbakan’ın kendisine olan güvenini büyük bir hızla artırdı. Artık Erdoğan siyasette, kendi deyimiyle, çıraklıktan “usta”lığa terfi etmişti. Aslında o günlerde kimse bu değişimin üzerinde durmadı; Başbakan’ın açıklaması da bir çeşit siyasi latife gibi algılandı ve “meğerse dokuz yıldır bir çırak tarafından yönetiliyormuşuz!” diye gülünüp geçildi. Ne var ki bugün bu metamorfozun sonuçlarını çok daha net bir şekilde yaşıyoruz. Şöyle: “Çıraklık” döneminde Erdoğan, yakınlarını dikkatle dinliyor, hatta eski danışmanlarından Dengir Mir Fırat’ın söylediğine göre, adeta onları görüş beyan etmeye zorluyordu. Oysa “Usta Erdoğan” artık kimseyi dinlememeye, görüşlerine aykırı bir şey söyleyenlere sinirlenmeye başlamıştı. Dili de bu süreç içinde giderek sivrileşti ve son dönemde, Gezi direnişinden sonra da klinik semptomlar göstermeye başladı. Öyle ki bugün varılan noktada, Türkiye’nin başbakanı, aleyhindeki her söze, bu söz muhalefet liderinden de gelse, artık “Sen kimsin ya!” diye başlayan cümlelerle yanıt veriyor. Burada şunu da eklemeliyim. Bu değişiklik, yıllarca AKP’yi destekleyen kimi liberallerin sandığı gibi başbakanın dünya görüşü ve demokrasi anlayışı ile ilgili değildi. Değişiklik şuradaydı: Üstadı Necip Fazıl gibi “halkın değil Hakk’ın egemenliği”ne inanan Erdoğan, artan oylarıyla, artık çok daha otoriter bir tonda konuşmaya ve eskiden söylemekten kaçındığı şeyleri daha rahatlıkla söylemeye hak kazandığı inancındaydı. Yine de bugün bile tüm düşünce ve inançlarını tam bir açıklıkla söyleme noktasına geldiğini söyleyemeyiz. Görünüşe göre, Erdoğan, kendini ve etrafını bunları da 2023 yılında duymaya hazırlıyor.

Gelelim dış etkilere?
Dışarıdan gelen dönüştürücü etkiler ise Suriye’de ve Mısır’da Arap Baharı’nın yol açtığı gelişmelerden kaynaklandı..
AKP iktidara geldikten sonra Suriye ile dostça ilişkiler kurmuştu. Bu ilişkiler 2009’dan itibaren yoğunlaşmış ve işler orduların ortak tatbikat, hükümetlerin de ortak oturum yapmasına kadar varmıştı. Oysa 2011 başında Suriye’de halkın ayaklanması, Esad rejiminin bunu şiddetle bastırmaya çalışması ve bu arada da Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin hızla artması ilişkileri tam ters yöne çevirdi. Yine de ipler hemen kopmadı ve iki ülke arasında –bazen saatlerce süren- görüşmeler yapıldı. Bu görüşmelerde nelerin konuşulduğunu bilmiyoruz, belki hiçbir zaman da öğrenemeyeceğiz; fakat bunlar da sonuç vermedi ve sonunda ipler koptu. Sonraları Erdoğan bu konuda kabahati tamamen Esad’a yüklemiş ve Baasçılar “önerdiğimiz demokratik reformları kale almadılar” demiştir. Oysa Esad’a göre de Erdoğan, Suriye’de sadece Müslüman Kardeşleri savunmuş, demokratik reformların sözünü bile etmemişti. Yakınlarda Radikal’de çıkan bir habere göre (27 Ocak 2014)    Müslüman Kardeşler’in Suriye bürosunun bir üyesi de Esad’a paralel bir görüş beyan etmiştir. Ayrıca ekleyelim ki Mısır’daki siyasal ortam ve Türkiye-Mısır ilişkilerindeki gelişmeler de bu tezi destekler niteliktedir.
Mısır, tarihi ve uygarlığı itibariyle Arap dünyasında lider konumunda bir ülkedir ve bu konuda tüm Araplar arasında ortak bir duyarlılık vardır. Oysa bu ülkede Nasır’dan Mübarek’e kadar Müslüman Kardeşler (İhvan) hep terör örgütü sayılmış, yer altına itilmiş ve aradaki Enver Sedat parantezi de kendisinin bir İhvan militanı tarafından öldürülmesi ile kapanmıştı. Buna karşılık Türkiye’de Milli Görüş’çü çevreler ve onların uzantıları İhvan’a hep sempati beslediler; hatta Erbakan başbakan iken, basına, Mübarek’ten onlara hoşgörülü davranmasını istediği yönünde haberler sızmıştı. Nasır’ın karşı-devrimci diye idam ettirdiği ünlü İhvan kuramcısı Seyyid Kutup da Türk İslamcılarının çok okuduğu ve sevdiği bir yazardı. İşte Arap Baharı Mısır’da Mübarek’i bu koşullarda düşürdü ve ülkede en örgütlü hareket olan Müslüman Kardeşlere de iktidar yolu bu koşullarda açıldı. Böylece, Mursi liderliğinde AKP’den mülhem “Özgürlük ve Kalkınma Partisi”ni kuran İhvan, aynı yıl (seçmenlerin yüzde 40’ına yakın bir kısmının katılmadığı) seçimlerde de oyların yüzde 37,5’unu alarak iktidar oldu. Bu dalga içinde Mursi cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazandı.
Ne var ki,  İhvan, Mısır’da iktidar olmuş, fakat demokrat olamamıştı. Aslında seçim sonuçları kendisini muhalefete çok daha hoşgörülü davranmaya zorlayıcı nitelikteydi. Oysa Mursi ülkesine halkın ancak üçte birinin katıldığı, katılanların da üçte birinin “hayır” dediği bir referandumla  antidemokratik bir Anayasa empoze etti ve sonunda da kendisini seçenlerden daha büyük kalabalıkları sokağa dökmeyi başardı. İşte Sissi’nin darbesi bu koşullarda gerçekleşti. O Sissi ki, başlangıçta Mursi’nin savunma bakanı olmuş ve Mübarek’çi generalleri Mursi ile beraber temizlemişti.
Bugün Erdoğan “seçim” ve “demokrasi” adına kayıtsız şartsız Mursi’nin yanında yer alıyor, her vesileyle Rabia işaretleri yapıyor ve onu eleştirenleri de “Sissi ve darbe destekçisi” ilan ediyor. Oysa daha sonraki kanlı olaylar ve Sissi askerlerinin halk üzerine ateş açmaları aslında Mursi’nin konumunu aklamıyor; aksine, Mısır halkının yarattığı tarihi fırsatı rezil ettiği, ülkesini kanlı bir diktatöre teslim ettiği için sorumluluğunu daha da artırıyor.
AKP’nin İhvan’la neredeyse organik ilişkiler içine nasıl girdiği zamanla daha iyi anlaşılacak, karanlık noktalar aydınlanacaktır. Şimdiye kadar bu ilişkilerin en açık ve somut örneğini iktidar partisinin 2012 genel kongresinde gördük. Çok parti döneminde benzeri görülmemiş şekilde bir One-Man-Show’a dönüşen bu Kongre’ye  Cumhurbaşkanı sıfatıyla Mursi de katılmış ve “Usta”ya minnet duygularını dile getirmişti. Mısır gibi bize hep mesafeli davranmış ve Türk sekülarizmini küçümsemiş bir devletten gelen bu jest, kuşkusuz Erdoğan’ın egosunu daha da kabartan bir unsur oldu. Oysa aynı jest gururlu Mısır aydınları için kırıcı olmuş, Mursi’nin hanesine olumsuz bir not olarak yazılmıştı. Sissi döneminde büyükelçimiz Mısır’dan apar topar kovulurken, bu ülkenin aydınlarından hiçbir sempatik sözün yükselmemiş olması anlamlı değil midir? Erdoğan yeni Boğaz köprüsüne Mısır’ı alan Yavuz Selim’in adını koydu; fakat kendi iktidarında Mısır’daki elçimizi bile yerinde tutamadı ve onun kovulmasına neden oldu.

Özetlersek?
Evet özetleyelim: Suriye ve Mısır’la ilişkiler, aslında AKP dış politikasını özetliyor ve onun iflasını sergiliyor. Benzer olaylar, daha hafif şekillerde, Irak ve İran’la da yaşandı ve hala da yaşanıyor. Erdoğan’ın Peres’e “siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz!” dediği Davos skandalını ve İsrail’le ilişkileri ise hiç konuşmayalım daha iyi. Dokuz vatandaşımızın hayatına mal olan bu fevri “diplomasi”, İsrail’in Gazze politikasında zerre kadar bir değişikliğe yol açtı mı?  Hayır! Aksine zavallı Gazze halkından bugün kimse bahsetmiyor. Bütün bunların sonucu şu oldu: Ortadoğu sorunlarının inceliklerinden bihaber bir kadro, kasıntı içinde, Osmanlıları da yıkıntıya götürmüş bir “Osmanlıcılık” takıntısı ile sahaya çıkmış ve yanıtını da almıştı. Aynı süreç içinde Türkiye, kendi ülkesinde Kürtlerle barış nutukları atarken, Suriyeli Kürtleri Esad’a karşı Sünni Cihad’a kışkırtıyor; en fazla politikacı ve gazetecinin hapsedildiği ülke haline geliyor; dış basının da en ağır eleştirilerine hedef oluyordu.  Oysa genel tablo bu iken, Erdoğan hala yüksek perdeden konuşmaya, herkesi azarlamaya devam ediyordu. İhvan’la ilişkiler “Usta”nın söylemini de değiştirmiş ve bu arada eğitime “imam-hatip kültürü”nü egemen kılacak “reform”lar şırınga edilmişti. İktisadi büyüme hızı da çok azalmış ve özellikle gençler arasında işsizlik artmaya başlamıştı. İşte tüm demokratları isyan ettiren, hatta yer yer çıldırtan ve biber gazlarına, Toma’lara ve (yalancı-sahici) mermilere rağmen direnişe sevk eden psikoloji bu koşullarda gelişti. Gezi direnişi bir isyan psikolojisinden doğdu.

Gezi direnişi üzerinden tam bir yıl geçti; bu süre içinde yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Erdoğan tüm demokrat ülkelerde yaşanan, ülkemizde de yoğunluğu itibariyle belki de bir ilk teşkil eden Gezi olayını anlayamadı, daha doğrusu anlamak istemedi. Gezi direnişi, bir yönüyle de, kendisinin yıllardır sergilediği nefret söylemine karşı kendiliğinden oluşmuş bir nefret eylemiydi; oysa kendisi bu nefretin nedenlerini anlamaya çalışmak yerine, sokağa dökülmüş milyonlarca insana hakaret etti; onları “çapulcu” ilan etti. Bugün, hareketin ilk yıldönümünde bile, Erdoğan, Şeriatçı yazar Necip Fazıl’ın ideoloji ocağı MTTB’nin tertiplediği toplantıda gençlik kollarına şöyle hitap ediyor: “İşte Geziciler var ya, Geziciler,  onlar fikri olmayanlardır. Onlar düşüncesi olmayanlardır. Onlar dikili bir ağacı olmayanlardır. İşte siz böyle bir gençlik olmayacaksınız! Siz kalemle konuşacaksınız, bilgisayarlarınızla konuşacaksınız!”. Tabii Youtube’ü, Twitter’i, hatta belki de Google’u da olmayan bilgisayarlarla!! Oysa Gezi direnişi, aslında, AKP’nin İslamo-faşizan gidişine “dur” dedi, akıntıyı tersine çevirdi. 17 Aralık’ta yolsuzluğa vurulan “darbe” ise düşüşü hızlandıracak bir “altın vuruş” oldu. Bakınız yolsuzluk, hırsızlık vakaları her devirde, her ülkede görülen vakalardır. Fakat Erdoğan bir “ilk”lerin adamı; burada da bir “ilk”i başlattı ve hırsızları değil, polisleri kovaladı. Gerçekten de post-modern bir kovalamaca! Bunu da “darbeyi önlemek” diye adlandırdı. AKP iktidarı bu mide bulandırıcı “hırsız-polis oyunu”nun altından çok zor kalkacaktır.

Fakat bütün bunlar yine de son seçimleri kazanmasını engellemedi?
Evet engellemedi; fakat gelişmeler o kadar hızlı oldu ki kitleler henüz olup biteni layıkıyla kavrayamadılar.. Hani “Türk’ün aklı sonradan gelir” deniyor ya.. Ayrıca şu da var: AKP aslında son seçimlerin galibi değil, bir bakıma en büyük kaybedenidir. Erdoğan bu seçimleri kişisel plebisiti haline getirdi ve yüzde 43,5 oy aldı; oysa plebisitlerde kazanmak için en az yüzde 50 oy almak gerekir. Seçimlerde kimse belediye adaylarını göremedi; her yerde Erdoğan vardı; her yerde Erdoğan konuşuyordu ve seçmen çoğunluğu da Erdoğan’a “Hayır” dedi. AKP son seçimlerde oy kaybeden, hem de önemli ölçüde oy kaybeden tek parti oldu. Oyların dışında liberal desteği kaybetti; Cemaati kaybetti; şimdi sıra kendi içinde bölünmelere geldi. Son günlerde faizle ilgili tartışmalarda bunun ilk işaretlerini görür gibi oluyoruz.

Bu da galiba bizi AKP’nin sınıfsal dayanaklarına götürüyor?
Doğru. AKP işçilerden, köylülerden de çok oy alıyor, ama asıl sınıfsal dayanağını muhafazakâr orta sınıf, yükselen Anadolu burjuvazisi, Kobi’ler ve esnaf takımı teşkil ediyor. Ayrıca Parti’nin, 19. Yüzyılda III. Napolyon’un seçim kazanmak için örgütlediği “10 Aralık Derneği” gibi, lumpenlerden oluşan vurucu güçleri de var. Erdoğan’ın “evde zor tutuyoruz” dediği, yine de ara sıra ellerinde sopalarla, palalarla sokaklarda arzı endam eden tipler bunlar. III. Napolyon, tekrar seçilebilmek ve yetkilerini artırmak için Anayasa’yı değiştiremediği için darbe yapmıştı; sanırız benzerlik oraya kadar gitmez!?
Genel tablo bu, fakat AKP’nin seçim kazanması için mutlaka esnafı, Kobi’leri tatmin etmesi gerekiyor ve bunun yolu da düşük faizden geçiyor. Yüksek faizler en çok bu tabakaları perişan ediyor; iflasları artırıyor ve Erdoğan’ın feryadı, Merkez Bankası başkanını haşlaması hep bu kaygıdan kaynaklanıyor. Unutmayalım önümüzde cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Oysa düşük faiz de sıcak para girdilerini kısıtlıyor, cari açığı kapama olanaklarını zorlaştırıyor, büyüme hızını düşürüyor vb.  Yani iki ucu da kirli bir değnek.. Ali Babacan ve Mehmet Şimşek’in açıklamalarına, kurumların “ilkeli davranış içinde olmalarını” savunan sözlerine bakılırsa AKP’nin aşmakta hayli zorlanacağı kırılma işaretleriyle karşı karşıyayız. Bilmiyorum adı geçenler sözlerinin arkasında durabilme kararlılığını gösterebilecekler mi? Önümüzde Arınç ve Bayraktar gibi düş kırıcı örnekler var.

Bu çelişkinin cumhurbaşkanlığı seçimlerini de etkileyeceği söylenebilir mi?
Çoğu kimse son seçim sonuçlarına dayanarak Erdoğan’ın kolayca “Çankaya’ya çıkacağını” söylüyor. Ben hiç de bu kanıda değilim ve bu seçimlerin çok zor geçeceğini, ülkedeki gerginliği daha da artıracağını düşünüyorum. Çünkü o hale geldik ki, artık Erdoğan demek azarlama, gerginlik ve kutuplaşma anlamına geliyor. Türkiye Başbakanı bu gerginliği bir süredir dış ülkelere de yaymaya başladı. Bakınız milyonlarca satan bir Alman gazetesi Erdoğan’ın ziyareti arifesinde, Türkçe ve Almanca başlıklarla, “Gelmeyin! Burada istenmiyorsunuz!” diye yazılar yazdı. Bu da bir “ilk”! On yıl önce böyle bir şey düşünülemezdi bile. Erdoğan “şu kadar yardım ettik” diye övündüğü Somalileri bile bölmüş olacak ki, geçenlerde orada da bir THY hizmetlisini öldürdüler. Böylesine vahim olaylara o kadar alıştık ki, bu feci cinayet basında pek de yer işgal etmedi..
Şimdi tekrar Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dönelim. Erdoğan bütün bu gelişmelere rağmen bu seçimleri kazanabilir mi? Evet, kazanabilir. Sınıfsal dayanakları dışında, bu konuda elinde iki koz bulunuyor. Bunlardan birincisi herkesin övdüğü “hitabet” yeteneği; ikincisi de bu yeteneğini etkin kılacak olan ve tüm kanalları kapsayan TV ordusu! Aslında bu “hitabet” yeteneği demokrasi açısından hiç de olumlu bir nitelik olarak sayılmamalı. İlk ve klasik örnekleri eski Yunan’da ortaya çıkan bu sanat aslında orada da makbul sayılmıyordu. Aristo, Sofizm okulunun temsil ettiği bu sanatı demokrasiyi demagojiye dönüştüren bir araç olarak eleştirmiştir. Osmanlı kültüründe de Sofistler, “safsata erbabı” olarak horlanıyordu. Burada Platon’un diyaloglarından (Phaedrus) bir cümle nakletmek istiyorum: “Hatiplik iddiasında olanlar için zorunlu olan şey, gerçekten doğru olan şeyleri incelemek değil, sıradan insanlara, bir hükme varmak isteyen kimselere doğru görünen şeyleri incelemektir;  dahası, gerçek değeri, gerçek güzelliği olan şeyleri değil, böyle görünen şeyleri incelemektir. İnandırmanın yolu, gerçeklerde değil, buradadır”. İşte bence bugün Türkiye’de tam da bu durumla karşı karşıyayız. Banka müdürleri, bakan çocukları evlerinde milyonlarca dolarlarla, eurolarla, para sayma makineleriyle yakalanıyor; fakat ne o? Erdoğan TV ekranlarında boy gösteriyor; esip üfürüyor; “Siz hiçbir şey görmediniz!” diyor; “Komplo!” diyor; “Darbe!” diyor; “Pensilvanya!” diyor ve milyonlarca insan da, Başbakan’ı, şapkadan tavşan çıkaran bir sihirbaz gibi alkışlıyorlar. İşte Erdoğan’ın “hitabet sanatı” bu! İster “büyülenme!” deyin, ister “akıl tutulması!”, sonuç ortada. Fakat biz yine de seçimleri bekleyelim. Gerçek tablo o zaman ortaya çıkacak. Fakat şurası da bir gerçek ki, Çankaya’da Erdoğan demek, gerginliğin, kutuplaşmanın, nefretin  daha da tırmanması, krizin daha da derinleşmesi demek.. Gezi bir demokratik devrim atılımıydı; ülkenin de Gezi ruhuna uygun bir cumhurbaşkanına ihtiyacı var.


‘Gezi Örgütü’ ve insanlık!

Ender İMREK*

HER şeyden önce örgüt kötü bir şey değil. Örgütlenmek de iyidir. İnsanlığın bulduğu en güzel şey örgüt olsa gerek! “Ortak bir amacı veya işi gerçekleştirmek için bir araya gelmiş kurumların veya kişilerin oluşturduğu birlik, teşekkül, teşkilat”a örgüt deniyor. Bazen, hatta çoğunlukla yıllarca uğraşırsınız ama bir türlü bu hedefe ulaşamazsınız. Örgüt kuramaz, örgütlenemezsiniz. Kolay iş değildir. Ancak bazen hiç beklemediğiniz bir hız ve heyecanla devasa bir örgüt bitiverir, yanı başınızda. Ve siz de içinde buluverirsiniz kendinizi. Örgüt siz, siz örgüt olursunuz. Mahallenin patlayan su borusu, komşunun yıkılan duvarı, Ayşe teyzenin cenazesi, Ali’nin düğününde olduğu gibi... İçinde yüzersiniz örgüt deryasının... Ev, sokak, mahalle, fabrika, işyeri, köy, ilçe, il, ülke...  O kadar doğal, o kadar olağan... her yer örgüt herkes örgüt olur.

Borazan çalsanız umurunda olmayan tablo değişiverir vakti zamanı geldiğinde; işmarla, göz göze bakarak, ıslık ıslığa, çağrı çağrıya katılır. Hiçbir güç engel olamaz, çığ gibi büyüyen örgüte. Kim ne derse desin, zalimler, egemenler ne kadar çırpınırsa çırpınsın, örgütün önüne geçmek, çağlayan gibi gürleyerek, tüm setleri ve dağları aşarak yolunu bulması engellenemez. Bazen hızlı bazen yavaş ama için için...

Zira, sınıflı toplumlarda egemenler ne örgütten ne de sınıf ve toplumdan hoşlanıyorlar. Örgüt onların korkulu rüyasıdır. Ancak, hayat örgüt olmadan işlemeyince, onlar da örgüte sirayet ederek ve tüm örgütlü mekanizmaları kendi düzenekleri haline getirmenin yolunu bulurlar. Bunun dışında kalmayı başaran örgütleri ise gereksiz, dahası tehlikeli ve teşebbüs halindeyken ezivermek isterler. Türkiye’de olduğu gibi... “Örgüt” dünyanın en berbat şeyi, yakına yöreye bırakılmaması gereken, muhitinden geçilmemesi lazım gelen bir melanet olarak gösterilmek istenir.

Ancak hiçbir şey örgütsüz gerçekleşmiyor. Baş vurulmadan olmuyor. İnsanlaşmanın başka yolu yok! Hava, su ekmek kadar elzem. İnsanlığın ilk yıllarındaki kolektivizm ve paylaşımcılıktan, en imkansız olanı başarmaya varıncaya kadar her şey örgütten doğuyor. Ezen ezilen ilişkisinin olmadığı ilk insanlaşma sürecindeki doğal ilişki ve iş bölümü de bir örgüt çalışması. Her şey bir plan, bir düzenleme, kolektivizm ve örgütlü çabayı gerektiriyor. İnsan olmak, örgüt ve örgütlü olmakla mümkün oluyor.

Örgütlüyseniz, yön bulabiliyor; her taraf yanınız ve yönünüz oluyor.

Örgütlü sınıfın, örgütlü emekçilerin, örgütlü kadınların, gençlerin, üreticilerin, örgütlü halkların daha yaşanır bir birlik, fabrika, maden, işyeri, sokak, mahalle, ilçe, il, ülke kurabildiklerini biliyoruz.

Örgütlü toplumlar geleceklerini, iradelerini kendi ellerine almış oluyorlar. Gezi’den örgüt çıkarmaya çalışan, bir bölük insanın bu insanlaşma sağanağından sorumlu tutulması çabası içindeki iktidarın, hükümetin, onların polis gücünün, mahkemelerinin, medyasının, kalemşorlarının ve bilcümlesinin anlamadığı, Gezi’deki örgütün insanlık olduğudur.
Zira insanlık örgütten geçiyor. Bazen böyle oluveriyor. Gezi buna ulaşmanın yoğun çabasıdır. İnsanın nasıl insan olduğu gerçeğinin yattığı yer de burasıdır. İnsanın insanlaşması ve kendi doğasına dönüşünün bir görünümüdür, Gezi direnişi. Egemenlerin sunduğu ve sandığı gibi birkaç kişinin hazırladığı ve üstesinden geldiği bir örgüt değildir. İnsanlaşma çabasında toplumsal yoğunlaşma halidir Gezi... Evet, Gezi bir örgüttür ve örgüt hâlâ çökertilemedi!

* Taksim Dayanışması davasında suç işlemek amacıyla örgüt kurmakla suçlanan 5 kişi arasında yer aldı.

ÖNCEKİ HABER

Kadro hakkımızı ancak biz alabiliriz

SONRAKİ HABER

Mutfakta yangın cepte heyelan!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa