Soma, Türkiye'nin ölümcül yarası
1867 Dilaver Paşa Nizamnamesi adıyla Osmanlı döneminde başlatılan madende “mükellefiyet” olarak adlandırılan zorunlu çalışma döneminde söylenen bir türkü bu. Zonguldak yöresinde ikinci mükellefiyet zamanında hatırlanır; tekrar söylenmeye başlanır...
Cevriye AYDIN
“Mükellefin urganı
Terli olur yorganı
Mükelleften kurtulan
Çifte kessin kurbanı”
1867 Dilaver Paşa Nizamnamesi adıyla Osmanlı döneminde başlatılan madende “mükellefiyet” olarak adlandırılan zorunlu çalışma döneminde söylenen bir türkü bu. Zonguldak yöresinde ikinci mükellefiyet zamanında hatırlanır; tekrar söylenmeye başlanır. 1867’de başlayan madende zorunlu çalışma 10 Eylül 1921’de kaldırılır. 1940 yılında Milli Korunma Kanunu ile yeniden getirilir. Çalışma süreleri uzatılır, hafta tatili, bayram ve genel tatiller kısıtlanır, kadın ve çocukların madende çalışması serbestleştirilir.1941’de 16 yaşından büyük erkek çocukların maden işlerinde çalıştırılabilecekleri kararlaştırılır. Mükellefiyetten kurtulmanın iki çaresinden biri ölüm, diğeri firardır; firar çok ağır yaptırımlara bağlanır.
2014 yılına geldiğimizde “mükellefiyet” biçim değiştirir, özellikle devletin kömür madenlerini taşeron şirketlere kiralamasından sonra..
PRANGASIZ MAHKUMİYET
Soma’da kimse yasa zoruyla madende çalışmak zorunda değildi. Ama, tarımın gıda tekelleri yararına ortadan kaldırılıp bir geçim kaynağı olmaktan çıkarılması, yörede yaşayan üreticiler için madende çalışmaktan başka alternatif bırakmadı. Eskiden tarlalara ırgat toplayan “dayı başı”lar, tarımın yok edilmesi ve eşzamanlı olarak madenlerin özelleştirilmesiyle, kendileri de bir nevi alt taşeron olarak işçi temin eden “işçi şef”leri olarak madenlerde çalışmaya başladılar. Yakın köy ve kentlerden işçi temininin yanında, madenlerde çalışan işçileri üretimi artırmaya zorlamak için baskı yapmak, günlük hedef kömür tonajını çıkarana kadar -kaç saat çalışılmış olursa olsun- işçilerin ocaktan çıkmamasını temin etmek, kapıları üzerlerine kilitlemek, bağırmak, hakaret ve küfür etmek, gerekirse kaba kuvvet, dayak, zor kullanarak hedefi tutturmak “dayıbaşı”ların görev ve yetkileri arasındaydı.
Zira, şirket; devletle yaptığı anlaşma gereğince ne kadar kömür çıkarırsa çıkarsın, “rödovans” denilen anlaşmayla çıkan kömürün tümünü (ve hatta ocaklardan kömür değil de toprak ve kaya çıkıyorsa bunlar da dahil olmak üzere) devlete satıyor, anlaşma gereği devlet de bu kömür veya çıkan her neyse almak zorunda kalıyordu. Bu durumda tabii ki, işveren şirket ne kadar çok üretim yaparsa o kadar çok kâr ediyordu. Daha çok kazanmanın yolu işçilerin önüne her gün daha çok hedef koymak, bu hedefe ulaşmak için de işçileri zorlamaktan geçiyordu.
Daha önce TKİ’nin kaliteli kömürü çıkarıp, işe yaramaz diye terk ettiği bu ocaklarda, daha derinlerde galeriler açarak ve üretim teknolojisinde ve iş güvenliği için gereken önlemlerde hiç yenileme yapmadan, tamamen işçinin kol gücüne dayanarak üretimi artırmaya zorladığı için, işçiler yasal bir zorunluluk olmadığı halde, -işsizlik ve ailesini aç bırakmamak zorunluluğundan- bunca ilkel koşullarda bunca ağır çalışma ortamlarında çalışmaya mecburdular.
Yani mükellefiyet çaresizlikten geliyordu.
Çünkü, iş koşulları, ücretler, vb. konusunda ağzını açmaya tevessül eden işçi derhal işten çıkarılıyordu. “Susturucular” denilen işveren ajanları itiraza yeltenen işçileri tespit edip, kapı dışarı ettiriyordu.
Ayaklarında prangalar yoktu ama, kaç yüz metre yerin altında o gün çıkarılması gereken kömür çıkmadan kimse ocağı terk etmesin diye üstleri kilitleniyordu. Bir sonraki vardiya hiç ara vermeden işi devralıyor, çoğu zaman yemek yemeye dahi fırsat bulamadan çalışıyorlardı. Yaptıkları tehlikeli ve ağır işçilik nedeniyle ekstra besinler almaları gereken maden işçileri, yarı aç-yarı tok çalışmak zorundaydılar. Aksi halde kapının önü işsizlik, çoluk çocuk açlığa mahkumiyet demekti. Bu nedenle de çalışanlar 25-35 yaş arası genç işçilerdi ki, güçleri fazla, sağlık sorunları olmadan çalışabilsinler..
ÖLÜMÜN KOL GEZDİĞİ PATRON CENNETİ
Ne işe başlayacak işçiye iş eğitimi, ne işçi sağlığı ve güvenliği eğitimi, işçilerin kendi yaşamlarını korumaya dönük hiçbir eğitim verilmediği gibi, verilen ve azami 45 dakika solunuma elverişli gaz maskelerini ise kaybeden, iade etmeyen ücret kesme cezası alıyordu. İş saati başlayana kadar işçi yolda ve iş kıyafetlerini giymek için birkaç saat harcamak, akşam dönüşü de katarsak günde en az 14-15 saat iş için harcamak zorunda kalıyordu. Dolayısıyla işçinin bir aile hayatı, bir sosyal hayatı, kendini yenilemek için yapabileceği hiçbir etkinliğe zamanı kalmıyordu.
Bütün bu koşullara her bir işçinin bankalardan kredi çekmek ve faiziyle bunu ödemek mecburiyetini de eklersek, Soma’nın bir cezaevi bile değil, ölümün kol gezdiği bir işçi cehennemi, sömürü cenneti olduğunu söylemek abartı olmaz. Nitekim; ocaklar iş cinayeti öncesi gerçekten cehennem sıcağı haline gelmişti. İşçilerin aktardığına göre normal şartlarda kabanla çalışılabilen madende fanilayla bile çalışmak zordu. Kömür parçasını eline alan işçinin eli yanıyor, uzun süre elinde tutamıyordu.
Bu koşullarda yaşamak bir mucizeydi. İşçiler başka bir geçim imkanı olsa asla çalışmayacakları bu koşullarda çaresizlikten çalışıyordu. Madende bir oğlu ölen, diğeri yaşayan bir kadının bu iş cinayeti sonrasında kaygıyla “madeni kapatmazlar değil mi?” diye sorması bölgedeki yaşam koşullarının çaresizliğini gözler önüne seren bir örnektir.
PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK?
Resmi rakamlara göre 301, madeni bilenlerin söylediğine göre daha fazla işçinin ölmesi bu kölelik koşullarının değişmesini sağlayabilir mi? 13 Mayıs’tan beri konuşulan, tartılşılan pek çok şey; iktidarın işçi ailelerine yardım vb. vaadleri bu “fıtrat”ı değiştirecek mi? İşçilerin, ailelerin, tüm Türkiye halkının yerel veya genel mücadelesi iktidarın ucuz emeğe dayalı sömürü planlarında bir değişikliğe yol açtı mı?
Hükümetin önümüzdeki 15 yıllık planı şu: Termik santral kurmaya devam edecek; ucuz kömür üretmeye devam edecek. İşçi sınıfı da ucuz ömür üretmeye ve ölmeye devam edecek...
Bu kaderi değiştirmek, bu fıtratı işçi sınıfı ve madenciler için olağan bulanlara iade etmek, madenlerde insana reva görülmesi bile insanlık utancı olan bu koşullarda yaşamaya başkaldırmak, bu koşullarda yaşamaktan daha az “tehlikeli” ve daha güvenlidir!
Kılık değiştirmiş mükellefiyetin ortadan kaldırılması, insanca çalışma ve yaşama koşullarının hayat bulması- anlaşılmakta ki- işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin gelecek için buna dair hayalleri ve bu hayallerin gerçekleşmesi için uğruna daha çok ve daha örgütlü bir mücadeleleri olmadan sömürü cennetlerini yıkmadan mümkün olmayacak..