Adalet sarayda aranmaz!
Can ATALAY*
Hâlâ içinde bulunduğumuz tüm bir Gezi döneminin adaletle en ilişkisiz bahsi kuşkusuz adalet sarayları(!) olmalı…
Ahmet Şahbaz’ın perukla mahkeme karşısına çıkabildiği, solcular kullandığında mahpus olmalarına neden olabilen “susma hakkını” kullandıktan sonra, önce hakimlerin odasına oradan da sokağa kaçırılmasının bir devlet siyaseti olması karşısında adaletin sarayda aranamayacağına işaret değil midir?
Ali İsmail Korkmaz cinayetinin dil çabukluğunu marifet sayan bir valiye karşı gerçeğin resminin, emniyetin arkadaşlarını vermemek konusundaki inadını aşan birkaç avukatın cüreti, gazetecilerin ısrarı ve korku duvarını aşmış tanığın anlatımları olduğu açık değil midir? Adaleti sağlayanın tüm baskı ve tehditlere karşın duruşma salonunda cinayeti tüm açıklığı ile anlatanlar olduğuna kuşku var mıdır?
Öldürülmesinin üzerinden dokuz ay geçmiş olmasına karşın henüz ortada bir dava dahi bulunmayan Ahmet Atakan için sokaklarda kanıt toplayanlar mı yoksa gözlerine sokulan delilleri görmemek için kafalarını nereye çevireceklerini şaşıranlar mıdır adaleti tesis edecek olan?
Berkin Elvan’ın annesini miting meydanlarında yuhalatacak kadar düşkün bir zata bağlı bürokrasiden mi yoksa uyuyan çocuğunu milyonlar olup uğurlayan İstanbul mudur adaletin ihtimali?
Çocuğu için adalet aramaya gittiği adliye kapısında gördüğü zulmün sonunda artık kalbi dayanamayan Fadime Ayvalıtaş için yine adliye kapısına gitmekle yetinilebilir mi?
22 Aralık İstanbul Kent Mitingi sırasında en ufağından bir arbedeyi on binlerce insanın ortasına gaz atma fırsatı olarak gören, bugün kaybettiğimiz (30 Mayıs 2014) Elif Çermik ablamızı ölümcül biçimde yaralayanların iki dudağının arasında mıdır bütün hayatımızın koşulu olan adalet?
Taksim Dayanışmasının 27 Mayıs 2014 günlü açıklamasından bulalım yanıtı
“… adaleti bizleri cezalandırdığınız mahkemelerinizde bulamadığımız için her yerdeyiz. Meydandayız!..”
Adalet için meydanda olmalı, adaletin ancak kendi eylemimizle kazanılabileceğini bu sefer kitlelerden öğrenmeliyiz.
* Avukat
Hiç bir yere gitmiyoruz!
Onur AKGÜL*
MESELE hiçbir zaman sadece 3-5 ağaç değildi. Mesele en başından beri sadece 3-5 ağaçtı. Şimdi de mesele kesinlikle sadece bir ağacın derdine düşmek değil. Öte yandan mesele sadece öyle bir sarılmak ki ona, o ağacın her şey olması. Mesele bir parkta umudu yeniden tanımlamak; mesele bir ağacın, kökleriyle uzandığı her yerde yaşamlara yeni başlangıçlar sunması. Mesele orta yerinden bükerek hayatlarımıza dalan ve bir türlü çamurlu çizmelerini kafasına fırlatıp atamadığımız paradigmaların o 3-5 ağaç karşısında çözülüp gidebileceğini görmemiz.
İnsanın insana kavuşmasının dağın dağa kavuşmasından zor olduğu bir çağa tanıklık ediyoruz. Nice bize kavuşmayanlar arasından, nice bizim kavuşmadıklarımız arasından hızlıca geçip kalabalığa karışıyoruz. Bin benzemez arasında birer temassızlık abidesi gibi tek başına. O 3-5 ağacın peşinden koşmak, kalabalık denen kavramın da yeniden tanımlanmasını gerektirdi. Bir çeşit doğa fenomeni gibiydi tecrübe ettiğimiz; neoliberalizm vahşetinin önüne çıkmıştık ve halk fiili olarak yalnızlığı tasfiye etmişti. Park yeniden alındı, şefkat şehir merkezinin akciğerlerine geri döndü ve biz artık 3-5 ağacın kavuşturduğu insanlar olduk.
Belki Gezi’nin en önemli kazanımlarından biri buydu; yabancılığı söktü aldı. Sadece yeniden birbirinin gözlerinin ta içine bakan insanlardan kovmadı onu; ağaca sarılıp gözleri kapatmanın ne demek olduğunu da öğretti. Belki de en temel tanımlayıcımıza indik zaman zaman; yerle gök arasında özgürce, kaygısızca ve merak içinde yürüyen, korkmayan, kötülük hesaplamayan insan. Bu insan, nasıl orada bir kaç ağaç için müteahhide dönmüş dünyanın aşkı “gümbür gümbür” ölüm kusan dozerlerin önüne kendini attıysa, şimdi de devlet baskısının, dayatmacılığın ve rezil sermayeye peşkeş ağlarının önüne geçerek semtindeki, mahallesindeki, sokağındaki, şehrindeki ağacın, bostanın koruyucusu oldu. Günlük yaşamın Gezi’den önceki rutininde yasal zemin, izinler, ruhsat, 1/100.000lik nazım imar planı, ÇED raporu gibi nispeten uzak kavramlar çok daha fazlamız tarafından hesabı sorulan birer teşhir ve sıkıştırma aracı halini aldı.
Yetmedi, “katliamın yasalı olmaz” dedik. Biz Güngörmez köylüleri, bir akşam meydanda toplanan 500 kişiydik; Tekirdağ ilçesi Saray’ın cennet doğasını yok edecek kuvarsit ocaklarıyla ilgili “bilgilendirme” toplantısını bastık. Amed’in gençleriydik, Hewsel Bahçeleri’nin 8 bin yılı aşan can verme serüvenine yan gözle bakanlara çadırlarla, halaylarla karşılık verdik, Gezi’nin her daim enselerinde bir nefes olduğunu hatırlattık. Kıymet Teyze olduk sonra, Edirne’deki parkımızı o tor tor ölüm kusan kepçeye karşı koruduk. İzmit köyü Balaban’da Balaban Deresi’ne takılan kelepçeleri biz söktük, başkası değil. Bayramiç’te görüldük sonra; Kurşunlu köylüsüydük, “feldspat” dediler “yok öyle” dedik, mahkemeye hem ruhsatı, hem “ÇED gerekli değildir” kararını iptal ettirdik. Zonguldak’ta ses verdik sonra; önüne gelenin HES yaptığı derelerimizi koruyan Devrek’in kadınları bizdik, yaptırmadık talan toplantılarını!
Ve bugün yine hepsi biziz. Bugün yine yalanın, yolsuzluğun, çevre ve insan katliamının anıtları, İstanbul’dan başlayarak Marmara’nın katl ilanı 3. köprüye, 3. havalimanına, hayasızca proje dedikleri ucube Kanal İstanbul’a karşı yaşamı savunan yine biziz.
Bostanların bekçileriyiz. Marmaray için katledilen ağaçların yasını tutanlarız. Gezi’nin çocuğu Kuzey Ormanları Savunması’yız. İğneada’nın longozu, Garipçe’nin “Şafak Korosu”, balıkların puluyuz!
Hiç-bir ye-re-git-mi-yo-ruz!
* Kuzey Ormanları Savunması
2 Taşra 1 GEZİ
Yakup ASLANDOĞAN
YAĞMURLU ve boğuk bir havada Erciyes’e nazır bir pencere önünde yazıyorum bu yazıyı. Pencereden, yığın yığın irice apartmanların arasından kocaman bir T.C. bayrağı rüzgarın beslemesiyle ve sanki bulanık havayı yırtarcasına dalgalanıyor. Ardında gözüken ise gökyüzünü ve yığılmış yün yumağı görüntüsü bulutları delecekmiş ve fırlayacakmış gibi duran Erciyes Dağı.
Evet, Kayseri’den bahsedildiğini anlamışsınızdır. Ancak konumuz ne bayrak ne de Erciyes. Ama ikisiyle de anılabilen bir olaylar dizisinin Kayseri ayağı.
Neden GEZİ neden Kayseri?
Taşradan yansıyan GEZİ!
Evet, yazılması için önerilen başlık buydu.
Taşra genelde büyük kentlerin ve başkentin dışında kalan kentler için kullanılır. Ya da başkaca anlamlar yükleyerek anlatabilir miyiz taşrayı? Evet anlatabiliriz. Neden mi? Çünkü taşra demek aynı zamanda “dışarılık” demektir. Ya da tek düzelik, darlık, boğuntu, kenarda kalmışlık, gerilik, bağnazlık da demektir. (Tanıl Bora/taşraya bakmak-iletişim yayınları). Yani Türkiye’nin hal-i pürmelali…
Eğer bir ülkenin gelişim seyri, toplumsal olarak ilerlemesi, demokrasisinin durumu için yukarıdaki tanımlarla eş değer bir durumdan bahsedilebilirse evet; “o ülke taşralıdır” denilebilir. Bunu yönetenler, egemenler eliyle düşürüldüğü durumlar olarak da okumak mümkün elbet.
İşte bu durumdur GEZİ’yi ortaya çıkaran. Sürekli dışlanan, kenara itilen, hayatına müdahalelerle darlaştırılan, sıkıştırılan, tek düzeliğe itilen herkes; kadın, genç, işçi, memur, kürt, alevi, çevreci bilcümle alem!
Peki, Kayseri de taşra mıdır? Bunu tartışmaya gerek yok!
Bir de ayrıntısı var elbette taşralı olmanın. Yine Tanıl Bora’dan aktaralım: Taşralı olmak saflığın, samimiyetin, sahiciliğin ve sıcaklığın da belirtisidir.
Mücadele bayrağı taşralının da elinde!
Kayseri’nin Erciyes Dağı eteklerinde kurulmuş muhafazakar, bayrağına bağlı milliyetçiliği öne çıkarılarak taşralılığına vurgu yapanlar var. Yukarıda girişte belirtmiştim.
Evet, ama dışarılığa sürüklenen, kenara itilip kakılan kentler ve dolayısıyla toplumun kendisi; ikinci tanımına uygun bir samimiyetle, sahicilikle ayağa kalkmadı mı? Orada simgesel olarak değer biçilen şeyler sadece ve sadece birer unsur olarak kalmadılar mı eylemlerde. Mustafa Kemal’in askerleri bir anda Mustafa Keser’in “elemanlarına” dönüşmediler mi?
Kayseri’den görünen ve hızla ama gerçekten ışık hızıyla kavranan gerçekler, gericiliğin baskısına inat tuzla buz olmadı mı? Evet, oldu.
Türbanlarıyla gelip tazyikli suyun sertliğiyle karşılanan genç kızlar, coğrafyasının tüm zorluklarını kavruk teninde gösteren Kürt’ün, Alevi’nin elinden tutarak yürüdüler.
“Ya Allah Bismillah” sloganları ile gelen Fenerlileri, “isyan devrim” diye karşılayan Kartallar ve Cimbomlular oldu gerçekten. Binlercesi gördü zulmü ve anladılar gerçekleri. Devrimci kardeşini koruma güdüsüyle alana uzaktan izlemek için gelen ülkücü ağabey, kardeşini yerde sürükleyenlere karşı oracıkta ve hemen anlayıverdi gerçeklerin başka olduğunu. “Şimdiye kadar uyutulmuşuz ne yazık ki! 30’a merdiven dayamışız ama kandırılmışız” diyerek!
Sosyalleşerek medyatikleşenler!
Kendiliğinden ama milyonların eyleminden öğrenilecek çok şey var. Siyasi arenayı, egemenler arası güç ilişkilerini şekillendiren ve bozan bir direnişten bahsediyoruz. Örgütlü olsa, genel greve götürülüverse, kim bilir neler olacak!
Gençler.
Katıldıkları belki de ilk eylemdi Kayseri eylemleri. Oracıkta anladı bayrağın bazıları tarafından gözlere sokulurcasına paçavraya çevrildiğini. Anlamaya çalıştılar, örgütlü siyasal çevrelerin hangisinin sorumlulukla yapılan eylemleri bir kitle buluşması ve iktidarın alaşağı edilmesi için değerlendirdiklerini.
Sosyalleştiler, hiç olmadığı kadar. Sonrasında forumlarda konuşma cesareti gösterdiler örneğin, bugüne kadar hiç konuşturulmayan o gençler. Eylem çağrısı için sokaklarda bildiri dağıtıp ev ev dolaşıp GEZİ’yi anlattılar.
Yani örgütlü olmanın hazzının yanında o olmadan medyanın da işe yaramasının sınırlılığını kavradılar.
Kayseri’de hangi gençle, işçiyle sohbet etseniz bunların bir kısmını duyacaksınız. Ama eskiden kulağımızı tırmalayan “Bu milletten adam olmaz, bu gençler lümpen” diyenlerin şimdilerde tazı misali eylemlerin önüne geçerek poz vermeye çalıştıklarını da not ediyor gençler. Öğreniyor yani.
İşçiler…
Evet, tüm ülkede olduğu gibi Kayseri’de de katılımı en az olan kesim. Sendikaları zaten Allah’lık!
Konuştuklarımızın önemli bir kesimi gençlerin ve kadınların cesaretlerine hayranlar. Amma, iktidarın sürdürdüğü “Vandallık”, “anarşistler” söyleminin etkisi de az değil. Hatta aşağılarda örgütlenen bir etkiden bahsetmek mümkün.
Önceleri söylenmişti. Etkileri ve biçimleri değişerek devam edecek Gezi’nin. Şimdilerde işçiler bölükler halinde eylemdeler. Taşerona karşı, özelleştirmelere karşı, sendikal hakları vb. için. İşte şimdi sırasıdır. İşçilerin rol almaları için. Eksik olanı bu değil miydi Gezi’nin.
Taşranın gücü…
Evet, yansıyanlar bunlar. İki taşra var dedik. Dışarılık ve bağnazlığa itilen biri, ama samimiyet, sahicilik ve saflıkla mücadeleye bağlanan diğeri.
Ve toplamda 1 GEZİ.
Evrensel'i Takip Et