Amerika’da bir alışveriş hikayesi
Ayşe TAŞKIRAN
Kaliforniya’da, 89 yaşında, artık araba kullanamayan yan komşumu haftalık mutfak alışverişi için markete götürdüm. Romatizmalı elleriyle gömleğinin sağ üst cebinden zorla çıkarabildiği alışveriş listesine bakarak başladık marketi arşınlamaya.
İlk durağımız sebze meyve bölümü. Bir yandan bana en sevdiği meyvenin muz olduğunu söylerken; dikkatle seçtiği, çoğu ABD’de yasaklanmış çeşitli kimyasal maddelerle üretilip Latin Amerika ülkelerinden ithal edilen muzlardan beş tanesini bir plastik torbaya yerleştirip ağzını sıkıca bağlıyor. Tabi bu muzların çekirdeksiz olmaları nedeniyle doğal yolla değil ancak aşılama yöntemiyle yetiştirilebildiklerinin, daha hamken toplanıp özel soğutucularla donatılmış araçlarla marketlere ulaştırıldığının ve bu sistemin dünya karbondioksit üretiminin %5’inden sorumlu olduğunun farkında olmayarak…
KALİFORNİYA ÇİLEKLERİ, GÜN GÖRMEMİŞ DOMATESLER
Şıra çileklere geldi. Bunlar yerli Kaliforniya çileği. Plastik kutular içinde dizi dizi sıralanmışlar. Ailesini geçindirebilmek için Meksika-ABD sınırını geçmenin ölümcül tehlikelerini göze alan, fakat “Amerikan rüyasından” uyanması uzun sürmeyen, sigortasız, güneş altında neredeyse boğaz tokluğuna çalıştırılan, sınır dışı edilme korkusuyla haklarını arayamayan, bu toprakların eski sahibi ve Meksika’daki topraklarını da “Serbest Ticaret (Free Trade)” ya da benzeri anlaşmalarla kaybedip ABD’ye göçmekten başka çözümü olmayan tarım işçilerinin bedeli hiçbir zaman ödenemeyecek alın terleriyle topladıkları çilekler… Satın alıp yiyenlerde, toplayan tarım işçilerinde ve etrafta oturan halkta kansere neden olan böcek ilacı methyl iodide ile zehirlenmiş topraklarda yetişen çilekler… Sarıyer’in tepelerinde her yaz büyük bir hevesle gidip saklambaç oynar gibi aradığımız, yapraklarının altında saklanan, ama baş döndüren kokularıyla kendilerini ele veren küçük yabani çilekler geliyor aklıma. İki kutu alıp yerleştiriyoruz sepete.
Manav bölümündeki son durağımız domatesler. Yine zamanından önce toplanmış olmanın sersemliği üzerlerinde, üstüne üstlük bir kamyonun arkasında taze gövdelerinin dayanamayacağı uzunlukta bir yolculuğun ardından daha üzerlerindeki ethylene* gazı kurumadan floresan lambalar altında kızarmaya zorlanmış güzelim domatesler… Güneş görmemiş pembemsi renklerinin ve tatsız gövdelerinin utancıyla plastik kutularda birbirlerine sokulmuş bekleyen canım domatesler. Ah bir bilseler atalarının ağız sulandıran, yürek yakan lezzetlerini… Ablamın iki yaşındayken ‘salça olmak üzere yerde büyük bakır tepside bekleyen domateslerin içine oturup zevkle yediği’ hikayesi anlatılır her aile toplantısında. Domates seven bir çocuğa daha rastlamadım ben buralarda. Bir kutu atıyoruz sepete.
Bu alışverişteki tek rolümün şoförlük olduğunu kendime hatırlatarak susuyorum.
Bu arada bana verdiği “zahmet” yüzünden biraz mahcup komşumu vaktimin çok olduğunu söyleyerek bana zahmet vermediğineikna etmeye çalışıyorum. Yıl boyu sabah yürüyüşlerinde gördüğü dal parçalarını sobada çıra olarak kullanmam için toplayıp bana veren, yaşına ve romatizmalı ellerine rağmen bahçemin kenarındaki otları benden gizli kesen,uzun seyahatlerimde posta kutumda biriken çoğu reklam broşüründen ibaret olan mektuplarımı saklayan ve bu diyarda kimsenin bilmediği “komşuluk” kavramını bilen tek insana, kendisini500 metre ötedeki markete götürmemin bana hiç zahmet vermediğini, tam tersine mutlu ettiğini anlatmaya çalışıyorum.
ZEHİRLİ BİLEŞİM
Kendimizi et bölümünde buluyoruz. Emekli maaşıyla alabileceği ucuz tavuk butu paketine uzanıyor eli. Hormonlarla şişirilmiş, antibiyotiklerle aşılanmış, eziyet içindeki yaşamından nihayet kesilerek kurtulmuş zavallı tavukların artık üzerlerinde yürüyemediği ayakları köpük (styrofoam) bir tepside plastiğe sarılı olarak sepetimize giriyor.
Bana yalnızca bir haftalık alışveriş yapacağını söyleyen komşumun hiç sağlıklı bir şey yiyip yemediğini merak ediyorum!
Sıra donmuş yiyeceklerin gün ışığına çıkmayı dört gözle bekledikleri buzdolabına geliyor. Ağır cam kapıyı açıp, bir taraftan da bana “aldıklarıma dikkat etmem gerek, sağlıklı olması gerek” gibi kendiyle çelişen bir şeyler söyleyip;uzatıyor elini “Healthy Choice (Sağlıklı Seçim) markalı” dondurulmuş hazır yemekler rafına.Adının tam tersine, sağlıksız olmak isteyenlerin mutlaka yemesi gereken yemekler bunlar. Kim bilir ne zaman pişirilmiş, tazeliğinden ve vitaminlerinden eser kalmamış, raftaki ömrünü uzatmak için kimyasal maddelere bulanmış, bol tuzlu, bol baharatlı, üstelik kimyasal tarım ilaçlarıyla yetiştirilmiş sebze ve etlerden yapılmış; Amerikalıların “TV yemeği” diye adlandırdığı yemek seçimleri bunlar. Televizyon karşısında tepside yenmesi beklendiğinden bu isim verilmiş. Üstelik mikrodalga fırınında, satıldığı plastik kabın içinde ısıtılıp yenmesi planlanmış bir zehir bileşimi. Annemin pazardan aldığı taze sebzelerle her gün yaptığı yemekler ve her akşam eve dönerken pencerelerden sokaklara sızan, zevkle içime çektiğim ve iştahımı kabartan kavrulmuş soğan kokuları geliyor aklıma. Beş kutu atıyoruz sepete ve yoğurt dolabına doğru hareket ediyoruz.
YUMURTA MAHKUMLARI
Hormonlu ve antibiyotikli sütten yapılmış, genetiği değiştirilmiş mısır şurubu ile tatlandırılmış, mısır nişastası ve jelatinle katılaştırılmış, kırmız (cochineal) böceğiyle renklendirilmiş, küçük yuvarlak plastik kutulardaki yoğurtlardan 10 tane kadar atıyoruz sepete. Daha dün eski bir dostla sohbette andığımız, omzundaki bir sopanın iki ucundan sallanan bakır tepsilerle sokak sokak dolaşarak yoğurt satan amcalar’ı düşünüyorum. Hepsinin kendine göre bir bağırma şekli vardı. Bizim sokaktaki “Kaymaklı yoğuuuuurt” diye bağırırdı.
Bir an için geçmişe gidip yüzümde acı bir tebessümle geri döndüğüm yiyecek mezarlığını andıran bu markette, komşumu dudaklarım kilitli olarak takip ediyorum. Hayatlarını içinde dönemeyecekleri kadar kalabalık kafeslerde yumurtlama cezası almış tutuklular olarak geçiren binlerce tavuğun yumurtalarından da bir düzine alıp yola devam ediyoruz.Yavaş yavaş enerjimin beni terk ettiğini hissediyorum.
Tereyağı alacağını söyleyip, elini “Tereyağı olmadığına inanamıyorum (I can’t believe it is not butter)” markalı kutuya uzatan komşuma artık acıyarak bakıyorum. Çoğu, genetiği değiştirilmiş kanola ya da soya yağından yapılan, meme kanserinden damar tıkanıklığına kadar bir sürü hastalığa sebep olduğu iddia edilen bu bitkisel “tereyağı”ndan da bir kutu alıyoruz. Bu arada kendisinin iki yıl önce oldukça riskli bir bypass ameliyatı geçirdiğini de söylemeden geçemeyeceğim burada.
Pastane bölümünün önünden geçerken aldığımız üzümlü yulaflı kurabiyeler sanırım bu alışveriş maceramızın en sağlıklı ürünleri. Tabi yulaf ve üzüm üretimindeki kimyasal maddeleri, rafine edilmiş şekeri, sağlıksız yağ ve diğer katkı maddelerini katmazsak işin içine.
BEYAZ PEYNIR’DEN “CORN FLAKES’E”
Bu ürünlerin bir çoğunun yıllar önce benim de sepetimi doldurduklarını düşünüyorum. Nasıl da izin veriyoruz bizi aldatmalarına,bütün derdi para kazanmak olan ve insan sağlığıyla zerre kadar ilgisi olmayan yiyecek sektörünün. Sofralarımızı her gün biraz daha doğadan uzaklaştıran, üretim ve paketleme yöntemleriyle bedenlerimizi zehirleyen, en az bizim kadar yaşama hakkı olan hayvanlara eziyet eden ve yabani bitki ve hayvan türlerinin yok olmasına neden olan bu yiyecek sektörü kendini de yok etmeye mahkum bir gün.
Komşumun bu yemek alışkanlıklarıyla bu yaşa nasıl geldiğine hayret ediyorum. Sonra
geçirdiği kalp ameliyatı, romatizmadan şekil değiştirmiş elleri, ikisi de ameliyatlı dizleri geliyor aklıma. Ama her şeye rağmen yüzü gülen bu güzel yürekli insana üzülerek bakıyorum.
Sonra son yıllarda Türkiye’de olup bitenler geliyor aklıma. Daha da üşüyor yüreğim. HES’lerin kuruttuğu nehirler, tarımı bırakmaya zorlanan köylüm, satılması bile yasaklanan yerli tohumlar, ithal edilen genetiği değiştirilmiş, bir nesil sonra ölmeye mahkum tohumlar geliyor aklıma. Kahvaltıda beyaz penir-zeytin’in yerini alan “corn flake”ler, domates çorbasındaki hormonlu domates, baklavadaki sahte tereyağı, imambayıldının tarım ilaçlı patlıcanı, en sevdiğim sütlacın antibiyotikli sütü…
İştahım kesiliyor.Komşumu evine bırakıp dönüyorum. Bahçemdeki kıvırcık salatalara su veriyorum.Yıllar önce diktiğim, ama bu diyarlara alışamayan ve hiç meyve veremeyen nar ağacımın yapraklarını okşayıp bir türkü tutturuyorum.
Nar ağacı narsız olur mu
Yiğid olan güzel yarsız olur mu
Benim gönlüm sensiz olur mu…
* Ethylene gazı, petrol’den üretilen sıvı bir gazdır. Muz, armut, çilek ve domates gibi birçok meyve ve sebzenin suni ve kısa zamanda olgunlaşması için bu ürünler daha hamken toplanıp marketlerde satılmadan hemen önce üzerlerine bu gaz püskürtülür.
Evrensel'i Takip Et