8 Haziran 2014 11:00

Hakkı ÖZDAL

31 Mayıs ve 1 Haziran günleri; ‘normal’ şartlardaki ‘normal’ bir ülkede; özgürlük, demokratik haklar ve halk kitlelerinin bilinçli siyasal etkinliği ile geniş bir anlam zemini kazanan gönenç dolu günler olarak ‘anılır’, anlatılır, kutlanırdı. Ama bizde –beklendiği gibi– öyle olmadı. 31 Mayıs günü, Gezi direnişinin yıldönümü için çağrı yapılan Taksim başta olmak üzere İstanbul ve diğer büyükşehirlerin kent meydanlarında sıkıyönetim ilan edildi. Her şeye rağmen bir araya gelmeyi başarabilmiş az sayıda insana da devlet-iktidar güçleri, kaba ve cüretkar bir şiddetle saldırdı: Üniformalı polisler ve menşei en hafif tabirle ‘şüpheli’ olan sopalı, maskeli milislerle…
Meydanları terörize etmek üzerine kurulu bu strateji, geçen bir yılın ardından, bir hayli bedel ödemiş, can vermiş, göz vermiş, yaralanmış, kovuşturmalara uğramış, taciz ve teşhir edilmiş, işinden olmuş, iftira kampanyalarına konu edilmiş muhalif saflar yeterince ‘zinde’ değilken, ‘kolay bir zafer’ elde etmeyi amaçlıyordu belli ki… Ancak unutmamalı ki bu ölçüsüz tepki, aslında 31 Mayıs’ın roketine en büyük enerjiyi vermişti. Polis şiddetine öfke öyle bir noktadaydı ki, Erdoğan gibi bir sertlik yanlısı bile, üstelik gerçekte tam aksini düşünüyor olmasına rağmen, ‘ilk günlerdeki müdahalenin sorunlu olduğunu’ yarım ağızla da olsa söylemek durumunda kalmıştı. Ama siyasi iktidarın, içerdiği büyük risklere (ve dahası bu risklerin bir kısmını deneyimlemiş olmasına) rağmen, yeniden ve daha çok sayıda gücü, daha sert yöntemlerle seferber ederek şiddeti sahaya sürmesi, ‘kolay zafer’le ödüllenen bir öngörü değil, bir zorunluluktu. Şiddet, Gezi ile ilk kez yönetimi sarsacak etkiye ulaşan ve böylelikle ‘Gezi’ kodlamasıyla anılagelen, değişim, özgürlük, adalet ve barış gibi taleplerde birleşmiş halk kalabalıklarına karşı mevcut siyasal kadro ve ittifak halinde olduğu güçlerin elindeki tek ve son çare olarak görünüyor. Gezi dövüşmesinin ‘arenası’ olan Taksim Meydanı’nı, 31 Mayıs’ın ilk saatlerinden itibaren, kuşların bile konmaya tenezzül etmeyeceği bir Nazi kışlası bahçesine çeviren asayiş histerisi, yandaş yazı-çizi istasyonlarının halkın boca edip durduğu ‘liderin kriz yönetme gücü’nden gelmiyor.
Güç gösterisiymiş gibi görünen bu çaresizlik, iki ‘yüksek duvar’ arasında sıkışmış olmaktan kaynaklanıyor. Bu duvarlardan ilki, toplumsal huzursuzluğun hedefindeki figürlerden biri ve birincisi olarak Başbakan’la, artık siyasal ömürleri ve giderek daha çok ihtiyaç duyacakları ‘hukuki zırh’larının varlığı, onun iktidarının her ne yolla olursa olsun sürmesine bağlanıp kalmış olan ‘çevresi’nin, “Gezi’nin tekrarlanacağı” yönündeki kabusları... Bundan önce bir kez de eylül ayında zuhur etmiş ve hatta Gezi direnişine katılan bazı gençlerin yeniden bir miktar hareketlenmesine bile neden olmuş bu ‘ikinci Gezi ayaklanması korkusu’; içten içe çoktan çürümüş bulunan ‘Akparti’ iktidarının ve onun başlıca aktörlerinin gulyabanisi olmaya devam edecek. Erdoğan ve kadrosu, destekçileri, ölümcül bir saldırı altında açığa çıkan o en vahşi dönemlerden kalma sezgilerle bu karabasanları belli ki görmeye devam edecekler.
İkinci duvarı ise zaten siyasal ahlak olarak çoktan itibarını kaybetmiş ve bir müteahhit-eşraf-cemaat dayanışmasına dönüşmüş, bu ‘siyasi hareket’in ideolojik-politik ufku örüyor. Türkiye’de sağ-egemen siyasal kampın baştan beri etkili bir unsuru olan siyasal İslamcılık, ‘tarihsel’ bir bakıştan kategorik olarak yoksun. Ve dahası, ait olduğu sağ siyasi kampın liberal, sosyal demokrat gibi başka bazı ‘seküler’ fraksiyonlarından daha derin bir şekilde gerçeklikten kopmasına yol açacak şekilde ‘dinci’… Hareketin ve onun öncülerinin, işler karmaşıklaştıkça daha büyük bir ‘vecd’ ile etraflarına boca ettikleri menkıbeler düzeyindeki bir tarih ve toplum algısı, karşılarındaki ‘küresel gerçeği’ görmelerini engelliyor. Bugün badirelerin bir kısmını atlatmış gibi bir illüzyonla yansıtılmak istenen ‘Akparti gemisi’, yaralı bordasının içinde bulunan ‘kaptan’ın ve siyasal-bürokratik-ekonomik kadrodan teşekkül ‘tayfa’nın ‘maharetine’ terk edilmiş durumda. Ama kaptan ve tayfasının, tarih ve toplum hakkındaki bilgisi, önyargılara, bazı gerici tekerlemelere, ‘tekerrür’ ve ‘tefekkür’ sanrılarına, dini söylencelere dayalı… ‘İşler iyi giderken’ edilen duaların ‘gücü’ işlerin iyi gittiği günlerde kaldı. Ama ‘duaya inanç’ gibi görünen idealist sağcılık, burnunun ucunu göremeyecek kadar miyop olduğundan, bizzat kendi eliyle yarattığı yeni alt ve orta sınıfların kazdığı mezarı görmüyor. Bir mezar kazıldığının sezgisiyle vahşi doğasına, içgüdülerine dönüyor. Son ayların klişesiyle söylersek, korkuyor, titriyor ve saldırganlaşıyor.
Çünkü toplumun çoğunluğunu kucaklayabilecek hiçbir inandırıcı argümanı yok artık. Bu hareket, ‘One Minute’ gibi ustalıkla servis edilmiş bazı göstermelik pozisyonlarını bile çoktan kaybetmiş ‘müslümanların’ hareketi. Bir mücahitin, ihvanın gönlünü kazanacak siyasal efelikler artık ‘mümkün’ olmadığından, hamasetle ve devlet olanaklarının ulufeleştirilmesiyle yoksul kalabalıkların bir kısmı manipüle ediliyor. Bizzat 12 yıldır sürdürdüğü ekonomi politikalarıyla dışladığı, güvencesiz, işsiz, madenlerde boğulasıya çaresiz bıraktığı bu en yoksul kesimlere, toplumsal-siyasal pasifliği dayatıyor ve oylarını çalıyor. Bu yoksulların çoğu, Soma madenlerinde ölen Ege köylüleri, ya da büyükşehirlerdeki inşaatlarda her gün üçer beşer öldükleri için ilgi çekmeyen Kürt köylüleri gibi, yakın zamanın ‘kalkınmacı’ ekonomi politikaları ve ‘terör-asayiş’ bahanesiyle dayatılmış savaşı yüzünden yurdunu-toprağını terk etmiş ‘serf’ler. ‘Beton dökme’ üzerine kurulu bir yarı-sanayinin, arsız bir kalkınmacılığın ucuz enerji ihtiyacının yarattığı cehennemlerde çalışan örgütsüz işçiler, yarı köylüler…
Yine ‘Akparti projesi’nin sağladığı imtiyazlarla palazlanmış finans, bilişim, haberleşme gibi sektörlerin iyi eğitimli ‘kalfaları’ndan oluşan yeni orta sınıflar, temel demokratik değerlere daha saygılı, kent ve çevre kültürüne daha duyarlı bir yönetim talebiyle geçen yılki ayaklanmaya öncülük ederken, zaten safını belli etmişti. Bu sınıf, 21. Yüzyılın ‘mamul bilgi loncası’nı elinde tutan bir güç olarak Akparti fikriyle uzlaşamayacak bir noktaya gelmiş durumda. Faciadan sonra Soma’da yaşanan kıpırdanma, İkizdere, Lice ve Amasya’daki ‘mikro’ Gezi direnişleri, ve hatta, Oruç Baba türbesini müteahhidin mührünü sökerek yeniden kamuya açan halkın eylemi, daha geniş kesimlerin yağma ve talana dayalı bir yönetime itirazını yükselteceğini gösteriyor. Taksim’de yeşilden ve kent kültüründen zaten arındırılmış çıplak bir meydanı ‘galaktik’ önlemlerle insandan da arındırarak kazanılmış o ‘kolay zafer’, alttan gelen itirazın yükselen sesi karşısında bir anlam taşımıyor. TÜBİTAK isimli sözde bilim kuruluşunun, benzerine ancak 40’lar faşizminde rastlanacak türden bir ‘yancılık’la yolsuzluk tapeleri için ‘montaj’ deyivermesi, bunu “Youtube kaydına genelgeçer cihazlarla baktık” gibi itiraflarla dolu rezil bir açıklamayla yapması da, devletin kurumlarının bu siyasal rejim ve onun ikbali etrafında kenetlendiği anlamına gelmiyor; aksine, bu siyasal rejimin, ‘bizzat devlet olmaya’ çalıştığını gösteriyor. Bu ‘devletin kendisi olma’ çabasının ne anlama geldiği çok açık. Sokaklardaki tam teçhizatlı maskeli milislerle TÜBİTAK arasında bir fark yok artık. Türk ve Kürt halkı, kendileri ve birbirleri hesabına, bu süreklileşmiş ‘zor’a, bu parti-devlet kurma rüyasına izin vermeyecektir.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yüksek voltajlı teşvik

Yüksek voltajlı teşvik

Erdoğan-Şimşek programıyla emekçilerin bir ayı daha gıdaya gelen yüksek zamlar ve eriyen ücretlerle geçti. Özelleştirmelerle ihya edilen sermaye gruplarına ise sadece bir ayda ‘üretmedikleri elektrik’ için 1 milyar lira teşvik verildi. Sanayi patronları da çalıştırdıkları her kadın işçi için devletten artık daha fazla teşvik alacak.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
2 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et