18 Haziran 2014 12:13

Evren ve Şahinkaya'ya müebbet hapis verildi, rütbeleri söküldü

12 Eylül askeri darbesine ilişkin davanın bugün Ankara Adliyesi'nde görülen duruşmasında Mahkeme, Kenan Evren ve Şahinkaya için müebbet hapis cezası verdi.

Evren ve Şahinkaya\'ya müebbet hapis verildi, rütbeleri söküldü
Paylaş

Ankara 10. ağır Ceza Mahkemesi, 12 Eylül davasında tarihi kararını açıkladı. Mahkeme, sanıklar eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Kenan Evren ile eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya’yı 765 sayılı TCK'nın 146. maddesi uyarınca "Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan mene cebren teşebbüs etmek” suçundan müebbet hapis cezasına çarptırdı.

Savcı, esas hakkındaki görüşünü açıkladı. Savcı, emekli Orgeneral Kenan Evren ile emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında, 765 sayılı TCK'nin 146. maddesi uyarınca ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemişti. Ancak mahkeme, ağırlaştırılmış müebbet talebini takdiri indirimle müebbete çevirdi.

RÜTBELERİ SÖKÜLDÜ
Karar doğrultusunda Evren ve Şahinkaya'nın rütbeleri sökülecek ve her ikisi de Orgenerallikten erliğe düşürülecek. 12 Eylül askeri darbesinden işlenen suçlar için Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Kenan Evren (97) ile eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında açılan davada karar çıktı. Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki görülen karar duruşmasın Ankara GATA'da bulunan Kenan Evren ile İstanbul GATA'da bulunan Tahsin Şahinkaya'ya sesli ve görüntülü sistemle bağlandı. Salonda ise müdahiller ve avukatları ile sanık avukatı yer aldı. Çevik kuvvet polisi bu duruşmada salonda yer aldı. Müdahiller ve avukatları duruma tepki göstermesi üzerine Mahkeme Başkanı Oktay Saday, polisleri salon dışına çıkarttı.

Davadan sonra avukatlar karara ilişkin adliyenin önünde açıklama yaptı. Avukatlardan Mehmet Horuş, kararın herkese hayırlı olmasını dileyerek, "Bu karar ile darbecilerin apoletleri sökülmüştür. Bundan sonra artık darbenin kırıntıları ile mücadele etmek siyasi partilerin işidir. Bu karardan sonra 12 Eylül'ün tüm ürünleri artık suç unsurudur" dedi. Avukat Öztürk Türdoğan ise "Bugün Cumartesi Anneleri, kayıp yakınları, Berfo Ana'nın ve herkesin mutlu günüdür. Bugün acılarımızın iyileştirilmesine yönelik bir atım atıldı" diye konuştu.

Öte yandan 12 Eylül döneminde idam edilen Ali Aktaş'ın bugüne karar verilmeyen mektubu davadan sonra annesi Ganime Aktaş'a verildi.

TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN GÜVENCESİ KALMADI
Esas hakkındaki görüşünü açıklayan Cumhuriyet Savcısı, Evren ve Şahinkaya'nın, TCK'nin "Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini iskata veya vazifesini yapmaktan mene cebren teşebbüs edenler, ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezasına çarptırılır" hükmünü içeren 146. maddesi uyarınca ayrı ayrı cezalandırılmalarını istedi.

Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada, esas hakkındaki görüşünü açıklayan Savcı, sanıkların, 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) 146. maddesi uyarınca cezalandırılmalarını talep etti. Ankara GATA'daki Evren ile İstanbul GATA'daki Şahinkaya, savcının görüşünü duruşma salonu ile bulundukları yerler arasında kurulan sesli ve görüntülü sistem üzerinden izledi. Savcı sanıkların, 2 Ocak 1980'de Cumhurbaşkanı Korutürk'e verdikleri uyarı mektubuyla başlayan suçu, 12 Eylül 1980 ve devamında da işlediklerine işarete dilen görüşte, haklarında 765 sayılı TCK'nin 80. maddesindeki "zincirleme suç" hükümleriyle aynı kanunun 146/1. maddeleri uyarınca ayrı ayrı cezalandırılmalarını istedi.

Emekli Orgeneral Kenan Evren ile emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya’ hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının istendiği mütalaada, Anayasa ve Anayasal düzen ortadan kaldırılarak, kişi hak ve özgürlüklerin tamamen Milli Güvenlik Konseyinin inisiyatifine terk edildiği, başta yaşam hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlükler açısından hiçbir güvencenin kalmadığı vurgulandı.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin, dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya’nın yargılandığı davanın duruşması bugün yapıldı. Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada, sanıkların avukatı Bülent Hayri Acar, müdahilliğine karar verilen bazı gerçek ve tüzel kişiler katıldı. Sanıklar Evren ve Şahinkaya, duruşmaya telekonferans yöntemi ile katıldı.
Duruşmanın başında salonda müdahiller ile izleyicilerin arasında bir sıra boyunca oturtulan çevik kuvvet mensupları gerginliğe neden oldu. Mahkeme Başkanı,duruşma salonunda bulunanları, “Laf atanı dışarı atarım, bağıranı müdahale edeni hemen dışarı çıkaracağız sesiz sakin bir duruşma olsun istiyorum, kimsenin sözüne müdahale edilmeyecek aksi halde duruşmayı yürütemeyiz” dedi. Bunun üzerine salonda bulunan izleyiciler itiraz ederek, “Çevik kuvvet ne olacak, darbecilerin yanında mısınız? Biz bunları 12 Eylülde çok gördük” dedi. Söz alan Avukat Kazım Genç mahkeme başkanına “Ağzını açanı dışarı atarım ne demek? Ben avukatım elbette ağzımı açacağım” dedi. Avukatlarında duruşma salonunda çevik kuvvet mensuplarının silahlı bir şekilde bulunmasına itiraz etmesi üzerine, salonda bulunan polisler çıkarıldı. İzleyicilerin polislerin salondan çıkarılmasını alkışlaması üzerine Mahkeme başkanı, bu kez “Alkış istemiyorum” diye uyardı.

ANAYASAL DÜZENİ ORTADAN KALDIRMIŞLARDIR
Belgelerin okunması ve itirazların alınmasının ardından Savcı Erdinç Hakan Özdabakoğlu, esas hakkındaki görüşünü açıkladı. 18 sayfalık mütalaada savcı Özdabakoğlu, sanıkların Anayasal düzeni ortadan kaldırdığını belirterek, o tarihte yürürlükte bulunan 1961 Anayasasına atıfta bulunarak, sanıkların millete ait olan egemenlik yetkisini, Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olan yasama yetkisini ve Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna ait olan yürütme görevini, silahlı güç kullanılarak ele geçirdiklerini anlattı. Sanıkların ülke yönetimini ele geçirdikten sonra çıkardıkları 12 Aralık 1980 tarihli ve 2356 Sayılı Milli Güvenlik Konseyi Hakkındaki Kanunun 1. maddesindeki “Milli Güvenlik Konseyi; Devlet ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, üyeleri; Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan teşekkül eder.” şeklindeki düzenleme ile Milli Güvenlik Konseyini oluşturduklarının belirtildiği mütalaada, Anayasada yer alan, Türkiye Büyük Millet Meclisine, Cumhuriyet Senatosuna ve Cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konulduğu ifade edildi.

Milli Güvenlik konseyinin bildiri ve kararlarında yer alan ve yer alacak olan hükümlerle 12 Eylül 1980 tarihinden sonra çıkarılan ve çıkarılacak olan Bakanlar Kurulu Kararnamelerinin ve üçlü kararnamelerin yürütülmesinin durdurulması ve iptali isteminin ileri sürülemeyeceğine ilişkin düzenlemeler yapıldığını kaydedildiği mütalaada, “Bu düzenlemelerle, Anayasa ve Anayasal düzen ortadan kaldırılarak, kişi hak ve özgürlükleri tamamen Milli Güvenlik Konseyinin insiyatifine terk edilmiştir. Başta yaşam hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlükler açısından hiçbir güvence kalmamıştır” denildi.
Sanıklar 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirmiş oldukları askeri darbeden sonra yönetimleri boyunca, demokratik kurumların kurulmasına ve faaliyet göstermesine engel olduklarının kaydedildiği mütalaada, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı oluşturuluncaya kadar 6 Aralık 1983 tarihine kadar suçları işlemeye devam ettikleri vurgulandı. Sanıklar 27 Aralık 1979 tarihinde Cumhurbaşkanı aracılığıyla hükümetteki siyasi partilerle diğer tüm siyesi parti liderlerine TSK İç Hizmet Kanununu hatırlatarak muhtıra niteliğinde uyarı mektubu verdiklerinin anımsatıldığı mütalaada, şöyle denildi:
“Verilen muhtıra doğrudan siyasi parti mensuplarına verilmiştir. Ancak dolaylı olarak Cumhurbaşkanına verilmiş muhtıra olarak kabul etmek gerekir. Demokratik sistemin başı olan Cumhurbaşkanın altındaki Başbakana verilmiş muhtıra aynı zamanda Cumhurbaşkanına verilmiş bir muhtıradır. Çünkü askeri darbe yapıldığında Cumhurbaşkanının görevde kalma garantisi yoktur. Anayasal demokratik sistem içerisinde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, bağlı olduğu Başbakanın da içerisinde bulunduğu, siyasi parti liderlerine göndermiş olduğu mektupta kullandığı, "Türk Silahlı Kuvvetleri;... uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir." şeklinde, üstelikte mektubun devamında Cumhuriyet Tarihimiz boyunca askeri darbe gerekçesi olarak kullanılan İç Hizmet Kanununu da hatırlatarak uyarması demokratik rejim açısından kabul edilemez bir tehdit ve suçtur. Askeri darbeye teşebbüs suçu ancak bu şekilde işlenebilir. Aksi halde Silahlı Kuvvetleri elinde bulunan silahlarla harekete geçtikten sonra engelleme imkanı yoktur.”

MUHTIRA TEHDİT NİTELİĞİNDEDİR
Sanıkların vermiş oldukları muhtıra ile ayrıca Anayasayı ortadan kaldırmaya ve Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçunu işlediklerinin altının çizildiği mütalaada, eylemin Sayılı TCK’nun 146.maddesinin ihlali niteliğinde olduğu vurgulanarak, “Madde de “cebren” denilmiştir. Buradaki cebir unsurunu mutlaka maddi cebir olarak anlamamak gerekmektedir. Cebir hem maddi hem manevi olabilir. Elinde, devlet içerisinde başka bir kurumca karşı konulamayacak bir güç bulunan Silahlı Kuvvetlerin, Anayasal demokratik sistem içerisinde hiyerarşik olarak bağlı olduğu, Başbakan ve tüm siyasi partileri doğrudan, bunların temsil edildiği TBMM ile Cumhurbaşkanını dolaylı olarak, üstelik Türkiye Cumhuriyet tarihi içerisinde darbe gerekçesi olarak kullanılan TSK İç Hizmet Kanununun 35. maddesini ima ederek uyarı mektubu göndermesi, tehdit niteliğindedir” denildi. Bu tehdidin manevi cebir niteliğinde olduğunun ifade edildiği mütalaada, “Uyarı mektubuyla 146. madde ihlal edilmiştir. Ancak sanıklar 2 Ocak 1980 tarihindeki suçu, 12 Eylül 1980 tarihi ve devamında işlemiş oldukları Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçunun icrası kapsamında işlediklerinden haklarında 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 80. maddesindeki zincirleme suç hükümleri uygulanarak, Sanıkların eylemlerine uyan ve suç tarihi itibarıyla lehlerine olan 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 146/1,80,31 ve 33 maddeleri uyarınca ayrı ayrı cezalandırılmalı” denildi. Sanıklar hakkında verilen adli kontrol kararının devamının istendiği mütalaada, sanıklar hakkında 1632 sayılı Askeri Ceza Kanununun 30. maddesi gereğince işlem yapılmasına, Yurt-Kor isimli belgenin mahkemeye gönderilmeyip imhasını sağlayan görevli subay Abdullah Recep hakkında suç duyurusunda bulunulması talep edildi.

İŞKENCE BİLİNÇLİ VE SİSTEMATİK UYGULANDI
Erdinç Hakan Özdabakoğlu’nun esas hakkındaki görüşünde, işkence ve kötü muamelenin sistematik olarak yapıldığı kaydedildi. 12 Eylül askeri darbesine ilişkin, dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya’nın yargılandığı davanın duruşmasında Cumhuriyet savcısı Erdinç Hakan Özdabakoğlu, esas hakkındaki görüşünü açıkladı. Sanıklar Evren ve Şahinkaya’nın, telekonferans yöntemi ile katıldığı duruşmada sanıkların yüzüne okunan mütalaada, Türkiye’nin 12 Eylüle götürüldüğü süreçte yaşanan ve toplumu en çok etkileyen ve askeri darbede gerekçe olarak kullanılan 1 Mayıs 1977 Olayları, Postayla Gönderilen Bombalar, 16 Mart İstanbul Üniversitesi Katliamı, 1978 Sivas olayları, Kahramanmaraş Olayları, Gazeteci Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, Çorum olayları, Fatsa Operasyonu, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, MSP'nin Konya Mitingi de değerlendirildi.
12 Eylül 1980 öncesi terör olaylarına bakıldığında, olayların toplumu kaosa, iç çatışmaya sürükleyerek ülkeyi yönetilemez hale getirip, askeri darbeye zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmek isteyen devlet içindeki derin yapıların yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış terör olayları olduğunun vurgulandığı mütalaada, devlet içindeki etkili güçlerin, olaylarda güvenlik güçlerinin etkin olarak görev yapmasının engellediği, güvenlik güçlerinin bazı olaylarda kullanıldığı, bu kadar organize ve geniş çaplı olayların devlet içinde örgütlenmiş illegal güçlerin planlaması ve iştiraki olmadan yapılamayacağı kaydedildi.

SANIKLAR HER HALÜKARDA ÜLKE YÖNETİMİNİ CEBREN ELE GEÇİRMEK NİYETİNDE
Sanıkların darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdiklerinin vurgulandığı mütalaada, sanıkların her halükarda ülke yönetimini cebren ele geçirmek niyetinde oldukları belirtildi. Yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör olaylarının üzerine bilerek gitmediğinin belirtildiği mütalaada, olaylara müdahale edilmediği veya tertiplenen olay amacına ulaştıktan sonra müdahale edildiği, sanıkların sanıkların darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları kaydedildi. 12 Eylül 1980 öncesinde darbe yönetiminin yaptığı hatırlıkların ve attığı adımlarında sıralandığı mütalaada, müdahale fikrinin ortaya çıkışı şöyle anlatıldı:
“12 Eylül öncesi askeri müdahale fikri 1979 yılının Temmuz ayı içerisinde ordunun üst kademesinde açık açık konuşulmaya başlandı. Bu tarihlerde Sanık Kenan Evren kuvvet komutanlarıyla görüşmeler yaptı. Yaptığı görüşmeler sonucunda Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Haydar Saltık'tan bir çalışma grubu kurmasını istedi. Başkanlığını Haydar Saltık'ın kurduğu 3 kişilik grupta iki de kurmay subay vardı Haydar Saltık'ın başında bulunduğu gizli grup 11 Eylül 1979 tarihinde çalışmaya başladı. Hazırladığı raporlarla komutanları yönlendirdi. Askeri müdahaleye karar verildikten sonra da bu grubun sayısının artırılmasıyla müdahale hazırlıklarına devam edildi. 21 Aralık 1979 tarihinde Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Kuvvet Komutanları, Harp Akademileri Komutanı, Ordu ve Kolordu Komutanlarının katılımlarıyla toplantılar yaptı. Bu toplantı süreçlerinin sonunda 26 Aralık 1979 tarihinde hükümetteki parti liderleriyle diğer siyasi parti liderlerine uyarı mektubu verilmesi yönünde karar alındı.”

UYARI MEKTUBUNUN VERİLMESİ
27 Aralık 1979 tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk aracılığıyla Başbakan ve diğer siyasi parti liderlerine Kenan Evren’in, ülkede yaşanan siyasi ve sosyal çalkantılar karşısında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşünü içeren bir uyarı mektubunu, takdim yazısı ile dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e teslim ettiğinin anımsatıldığı mütalaada, Korutürk’ün de dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ile dönemin Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Bülent Ecevit’i Çankaya Köşküne davet ederek, iki lidere, kendisine sunulan "Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü" başlıklı uyarı mektubunun örneğini verdiği anlatıldı. Korutürk’ün uyarı mektubunun bir örneğini de Meclis Başkanına verdiğinin kaydedildiği mütalaada, uyarı mektubunda Cumhuriyet tarihi boyunca askeri darbe gerekçesi olarak kullanılan İç Hizmet Kanununu da anımsatılarak uyarı yapılmasının demokratik rejim açısından bir tehdit olduğu vurgulandı.
Bayrak Harekat Direktifinin (Planı) Sıkıyönetim Komutanlarına gönderilme şeklinin de anlatıldığı mütalaada, 1 Temmuz 1980 tarihinde komuta kademesince yapılan toplantıda askeri darbe günü olarak 11 veya 12 Temmuz tarihlerinin belirlendiği, bu tarihlerin askeri müdahale günü olarak belirlenmesinin iki nedeni ise şöyle açıklandı:
“Bunlardan ilki, CHP ve MHP tarafından 3 Temmuz'da hükümeti düşürmek için gensoru verilecekti. Zaten anarşi ve ekonomik nedenlerle kaosa sürüklenmiş ülkede hükümetin düştüğü bir ortamda yapılan darbe tepki çekmeyecekti. İkincisi ise 8-10 Temmuz tarihleri arasında devlet borçlarının 3 yıl ertelenmesi için Paris'te yapılacak toplantı önem arz etmekteydi. Yapılan askeri darbe borç ertelenmesini engelleyebilir, bunun sonucunda da kötü olan ekonomide borç ödeme sıkıntısıyla karşılaşılabilirdi. Alınan karara göre 3 Temmuz 1980 tarihinde özel kuryeler vasıtasıyla Bayrak Harekat Planı Sıkıyönetim Komutanlıklarına ulaştırıldı.”

GÜVENOYU, DARBENİN TARİHİNİ DEĞİŞTİRDİ
3 Temmuz 1980 tarihinde Demirel hükümeti hakkında yapılan güven oylamasında Necmettin Erbakan’ın son anda fikir değiştirerek hükümete destek vermesi nedeniyle, güven oyunun alındığının belirtildiği mütalaada, borç erteleme toplantısının ise 22 Temmuz'a ertelenmiş olmasının darbenin tarihini değiştirdiği kaydedildi. Harekat emrinin 4-7 Ağustos tarihleri arasında yeniden toplandığını belirtildiği mütalaada, Ağustos 1980 tarihinde yapılan YAŞ’ta askeri darbenin komuta kademesinin şekillendirildiği vurgulandı. Darbe tarihinin 12 Eylül 1980 Cuma günü belirlendiğinin ifade edildiği mütalaada, “Askeri Harekatın tarih ve saati belli olmasına rağmen planda gizli tutularak zamanı "G" günü, 'S' saati olarak kodlanmıştı. 5 Eylül 1980 günü Genelkurmay Başkanlığından çıkan özel kuryeler harekat tarih ve saatinin 12 Eylül saat 04:00 olduğunu belirten emrin bulunduğu zarflarla Türkiye'nin dört bir yanına hareket ettiler. Artık geri sayım başlamıştı” denildi.

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ VE SONRASI
Milli Güvenlik Konseyi'nin bir numaralı bildirisine de yer verilen mütalaada, yapılan düzenlemeler ile Türkiye Büyük Millet Meclisine, Cumhuriyet Senatosuna ve Cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konulduğu anlatıldı. Darbe sonrasında yapılan işlemlerin sıralandığı mütalaada, ülkenin tamamının 12 Eylül askeri yönetimince denetim ve kontrol altına alındığı kaydedildi. Darbenin arkasından siyasi partilerin faaliyetleri yasaklandığının anımsatıldığı mütalaada, askeri darbeden sonra Türkiye 13 Sıkıyönetim bölgesine ayrılarak, başlarına atanan Sıkıyönetim Komutanları Genelkurmay Başkanlığına bağlandığı belirtildi.

BASIN TEK SES TEK YÜREK OLMALI
Askeri darbenin liderlerine göre, basın tek ses tek yürek olması gerektiğinin anlatıldığı mütalaada, şöyle denildi:
“Yönetimin istemediği hususlar haber yapıldığında gazeteler kapatılıyordu. Komutanlar basın kuruluşlarını ziyaret ediyorlar, 12 Eylül'ün gerekliliğini anlatıyorlardı. Ancak bu tartışma şeklinde değil, tebligat manasındaydı. Onların konuşması sırasında başkasının söz hakkı yoktu. 12 Eylül döneminde sıkıyönetim yasaklarından bunalan gazeteler, çözümü magazin haberlerini yer vermekte buldu. Siyasi, ekonomik, sosyal gelişmeler hakkında yazmak hemen hemen ihtimal dışı idi. Bu süreçte asparagas ve erotik ağırlıklı yeni gazeteler türedi. Bu gazetelerin trajları milyonlara ulaşıyordu.”
14 Eylül 1980 günü TRT'ye gönderilen yapılacak yayınlarla ilgili emirlere de yer verilen mütalaada, toplum üzerinde kurulan baskı ve aleyhe yayın yasaklarıyla düşünce hürriyetinin tamamen ortadan kaldırıldığı, gazetelerin ve televizyonun hangi haberleri yazıp hangisini yazamayacaklarına MGK’nın karar verdiği kaydedildi. İstatistiki bilgilere de yer verilerek hiçbir yargı kararı olmadan 30 bin memurun görevine son verildiğinin, 300 bin kişiye sakıncalı oldukları gerekçesiyle pasaport verilmediğinin anlatıldığı mütalaada, “Pasaport verilmeyenler içerisinde Türk Halk Müziği sanatçısı Ruhi Su da vardı. Kanser hastalığına yakalanan Ruhi Su pasaport verilmediği için tedavi olamadı ve yaşamını yitirdi. 12 Eylül yönetimi tarafından yurtdışına kaçan 14 bin kişi vatan haini oldukları gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldı” denildi.

12 EYLÜL ASKERİ DARBE DÖNEMİNDE GÖZALTINDA YA DA CEZAEVİNDE ÖLÜMLER
12 Eylül askeri darbesiyle gözaltı işlemlerinde delil elde etme yöntemi olarak ifade, istenilen ifadeyi vermeyenler için ise işkencenin tek yöntem olarak benimsendiğinin ifade edildiği mütalaada, “Gözaltına alınan ya da yakalanan kişiler sağ görüşlü iseler sol görüşlü polis ve askerlerden oluşturulan işkence ekipleri, sol görüşlü iseler sağ görüşlü polis ve askerden oluşturulan işkenceci ekipler tarafından işkenceli sorgulara tabi tutuluyordu. İnsanlar gözaltında ve cezaevinde keyfi ve sistematik işkencelere tabi tutuldu. Cezaevlerinde eğitim adı altında bir kısım hareketler ve marşlar mahkumlara psikolojik baskı ve işkence yöntemi olarak kullanıldı. Sistematik işkencenin merkezi haline getirilen cezaevleri Diyarbakır Askeri Cezaevi ile Mamak Askeri Cezaeviydi. Aynı zamanda Ankara Emniyet Müdürlüğündeki DAL (Derin Araştırma Laboratuvarı) olarak adlandırılan yer, Adıyaman’da Pirin Palas Hapishanesi, İstanbul’da Gayrettepe’de öne çıkan işkence merkezlerindendi. Sayılan bu yerler öne çıkmakla birlikte, ülkede tüm gözaltı ve cezaevlerinin o dönemde bu şekilde kullanıldığı ortaya çıkmaktadır” denildi.
Diyarbakır Cezaevinde İç Güvenlik Komutanı Esat Oktay Yıldıran’ın, Mamak Askeri Cezaevinde ise İç Güvenlik Komutanı Raci Tetik’in işkence emirlerini
Verdiğinin ifade edildiği mütalaada, Ankara Emniyetinde ise polis amirleri Zeki Kaman ve Dürüst Oktay’ın işkence uygulamalarında öne çıktıkları kaydedildi. Türkiye’nin bütün cezaevlerinde aynı tür işkencelerin yaygın şekilde uygulandığının anlaşıldığının belirtildiği mütalaada, 12 Eylül askeri darbesinin ardından cezaevleri ve gözaltı merkezlerinde insanlık dışı uygulamaların sonucunda ölümler meydana geldiği, 1983 tarihine kadar gözaltı ve cezaevinde ölenleri toplam sayısının 191 kişi olduğu kaydedildi.

SİSTEMATİK İŞKENCE
işkence ve kötü muamelenin değerlendirildiği mütalaada, 12 Eylül Askeri yönetiminin, gözaltına almış olduğu sağ ve sol görüşlü kişileri aşırı fraksiyonların etkisinde kalmış, dolayısıyla topluma zararlı, yola getirilmesi gereken kişiler olarak gördüğü belirtildi. gözaltı ve cezaevlerinde uygulanan yöntemlerle kişiliklerin ezip ortadan kaldırarak toplumu tek-tipleştirmek istendiğinin vurgulandığı mütalaada, “Cezaevlerinde 'karıştır-barıştır' denilen yöntemle sağ ve sol görüşlü kişileri aynı koğuş ve hücrelere koyup, zorla yaptırmış oldukları bir kısım hareketler, bir kısım marşların ve konuların zorla öğretilmesi ve ezberlettirilerek yüksek sesle söylettirilmesi suretiyle düşünce ve farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışmışlar, bu yöntemleri de bir işkence yöntemi olarak uygulamışlardır” denildi. Mütalaada, “Gözaltında kalan veya cezaevinde kalan kişilerin beyanlarından da anlaşıldığına göre bütün merkezlerde benzer veya aynı tür işkence yöntemlerinin kullanılması, cezaevi ve gözaltına alınan kişilerin rutin olarak aynı işkence yöntemlerinden geçirilmesi, işkence uygulamalarını yapan görevlilerin aynı tür davranışlar sergilemesi cezaevlerinde sağ ve sol görüşlü kişilerin arasındaki husumetleri yok etmek amacıyla kullanılan 'karıştır-barıştır' yöntemleri, işkencelerin cezaevlerinde bu dönem içinde bilinçli ve sistematik olarak uygulandığını göstermektedir” değerlendirmesine yer verildi.

İÇ HİZMET KANUNU’NUN 35. MADDESİ HİÇ KİMSEYE DİKTATÖRLÜK KURMAYA YOL AÇACAK DARBE YAPMA YETKİSİ VERMEMEKTEDİR
Sanıkların eylemlerini TSK’nın İç Hizmet Kanununun 35. maddesine dayandırdığının anlatıldığı mütalaada, kanunların Anayasaya aykırı olamayacakları vurgulanarak, kanunla verilen bir yetkinin Anayasayı ortadan kaldırmak amacıyla kullanılmasının mümkün olmadığı vurgulandı. İç Hizmet Kanunu 35. maddesinin Anayasal düzeni, Anayasa ile kurulmuş devlet düzeninin temel kurumlarından olan Türkiye Büyük Millet Meclisi ile hükümeti ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılamayacağının belirtildiği mütalaada, “Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti tarihinde söz konusu İç Hizmet Kanununun 35. maddesi askeri darbe gerekçesi olarak ileri sürülmüş ise de, bu durum hukuka aykırılığa kılıf bulma gayretinden öteye gitmemektedir. Ayrıca, İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin askeri darbe yapma yetkisi verdiğinin kabul edilmesi halinde, bu eylemlerin suç olarak düzenlendiği 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 146 ve 147. maddelerinin bir anlamı kalmayacaktır. Hatta söz konusu 35. madde hiyerarşik olarak Anayasanın da üzerinde kabul edilmiş olacaktır ki, bu durumun düşünülmesi bile mümkün değildir. Kanunlar Anayasaya uygun olmak zorundadır. Sonuç olarak, İç Hizmet Kanununun 35. maddesi hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir” denildi.

MİLLET İRADESİ BASKI ALTINA ALINARAK SAKATLANDI
Mütalaada, sanıkların, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, devlet içerisinde hiçbir kurumun karşı koyması mümkün olmayan silahlı gücüne dayanarak, yasama ve yürütme organlarının yetkilerini ele geçirme eylemlerinin hukuka aykırı olduğu gerçeğini ortadan kaydırmayacağı belirtildi. 1982 Anayasa Tasarısını halkoyuna sunulmasında sessiz direniş ya da protesto eylemlerinin önünün kesildiğini ifade edildiği mütalaada, anayasanın reddedilmemesine ilişkin alınan önlemler şöyle anlatıldı:
“Anayasa tasarısının reddi durumunda ne olacağı belli değildi.Dolayısıyla olumsuz oy vermek bu belirsizliğe destek olmak,açıkçası askeri rejimin sürmesine rıza göstermek anlamına geliyordu. Suç teşkil eden eylemden kaynaklanan fiili durumun meşruiyet kazandığı iddiası, millet iradesinin baskı altına alınarak sakatlanmasından başka bir anlam ifade etmemektedir.”

ZAMANAŞIMI DOLMADI
Sanıkların eylemlerinin unsurlarının da irdelendiği mütalaada, sanıklara atılı bulunan eylemlerde zamanaşımı, eylemlerin gerçekleştiği 2 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde işlemeye başladığı, ancak 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1982 tarihinde durdurulduğu belirtildi. Söz konusu suçlarda zamanaşımı süresinin 20 yıl olup, 09 Kasım 1982 tarihinde durmuş olan zamanaşımının geçici 15. maddenin 23 Eylül 2010 tarihinden itibaren yeniden işlemeye başladığı vurgulandı. Mütalaada, iç hukuka göre zamanaşımının süresinin dolmadığının kaydedildi.

İNSANLIK SUÇU
Sanıkların yargılanmasının, Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde yer alan hükümler çerçevesinde ele alınması gerektiği istenen görüşte, "uluslararası topluluk tarafından tanınmış bir insanlık suçunun, ulusal hukuk tarafından suçun işlendiği tarihte tanımlanmamış olmasının, yargılamanın yapılmasına engel olmadığı" savunuldu. Uluslararası topluluk tarafından tanınmış bir insanlık suçunun ulusal hukuk tarafından suçun işlendiği tarihte tanımlanmamış olmasının yargılamanın yapılmasına engel olmayacağının belirtildiği mütalaada, uluslararası hukukun kabul ettiği bu kural birçok Avrupa ve Latin Amerika ülkesinde darbeciler ve insanlığa karşı suç işleyenler hakkında yapılan yargılamalarda temel dayanak noktası olduğu anımsatıldı. AİHM’in, insanlığa karşı işlenen suçlar ulusal mevzuatta tanınmamış olsa bile faillerin uluslararası hukuktan kaynaklanan sorumluluklarının devam ettiği ve yargılanabilecekleri yönünde karar verdiğinin hatırlatıldığı mütalaada, Venedik Komisyonu’nun Peru Anayasa Mahkemesi’nin müracaatı üzerine 24 Ekim 2011 tarihinde yayınladığı rapora dikkat çekildi. Avrupa Konseyi’nin anayasal konulardaki danışma organı olarak görev yapan Venedik Komisyonu’na göre, insanlığa karşı suçlarda zamanaşımı işlemediğinin belirtildiği mütalaada, şöyle denildi:
“Venedik Komisyonu’nun raporunda vurguladığı kural şudur: Geçmişte işlenen insanlık suçlarının soruşturulması, eylemin gerçekleştirildiği tarih itibariyle uluslararası hukuka göre insanlığa karşı işlenen bir suç olarak kabul ediliyorsa “kanunilik” ilkesine aykırı değildir. Bu suçlar için zamanaşımı süresi de söz konusu değildir. Latin Amerika’da hüküm süren diktatörlüklerin yönetimleri sırasında sebep oldukları ölümler, işkenceler ve kayıp hadiselerinden sorumlu tutulabilmeleri uluslararası hukukun kabul ettiği bu kuralın uygulanması suretiyle söz konusu olabilmiştir. Arjantin, Şili, Ekvator, Meksika, Panama, Paraguay, Peru ve Uruguay bu ülkelerden bazılarıdır. Amerika İnsan Hakları Mahkemesi de içtihatları ile zamanaşımı ve geçmişe uygulama yasağının darbeci rejimler için söz konusu olamayacağını kayıt altına almıştır.”

AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBET
Mütalaanın son bölümünde, 12 Eylül 1980'de, 12 Kasım 1979'da Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel tarafından, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün onayıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin 43. Hükümeti'nin görevde bulunduğu anımsatılarak, dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya ile Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Mehmet Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Osman Sedat Celasun'un, daha önce gizlice hazırladıkları 'Bayrak Harekat Direktifi' adlı darbe planı çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti halkının vergileriyle alınmış ve yurt savunması için kendilerine tevdi edilmiş silahları kullanarak, cebren ülke yönetimine bütünüyle elkoydukları belirtildi. Askeri darbeyle Parlamento ve Hükümet'in feshedildiği, anayasal düzenin ortadan kaldırıldığı hatırlatılarak, sanıkların, millete ait olan egemenlik yetkisini, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ait olan yasama yetkisini, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna ait olan yürütme görevini, silahlı güç kullanılarak ele geçirdiklerine dikkat çekildi. Sanıkların, 2 Ocak 1980'de Cumhurbaşkanı Korutürk'e verdikleri uyarı mektubuyla başlayan suçu, 12 Eylül 1980 ve devamında da işlediklerine işarete dilen görüşte, haklarında 765 sayılı TCK'nın 80. maddesindeki "zincirleme suç" hükümleriyle aynı kanunun 146. maddeleri uyarınca ayrı ayrı cezalandırılmaları istendi. Savcının mütalaasını tamamlamasının ardından Evren ve Şahinkaya'nın avukatı Bülent Acar savunma yapmaya başladı. (ANKA)

ÖNCEKİ HABER

Karaman ve Şırnak\'ta 2 madenci öldü

SONRAKİ HABER

İbrahim\'in babası: Oğlumu polis öldürdü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa