Dış politikanın ikizleri
Ercüment AKDENİZ
Diyarbakırlı bir avukat, cezaevinden çıkan emekli orgeneral Çetin Doğan hakkında suç duyurusunda bulunmuş. Konuşmada suç duyurusuna neden olan cümle tam olarak şöyle; ‘7. yüzyılda Arapları geliştirmek için yapılan yasaların bugün ölümsüz ve ezeli olarak kalmasına olanak yoktur’ Davacı avukat bu sözlerde Kuran-ı Kerim’e hakaret edildiğini düşünüyor. Bizi, işin dava tarafından ziyade, Doğan’ın bu sözleri ne için söylediği ve bu sözlerle nereye varmak istediği ilgilendiriyor. Çünkü o sözlerde, “ulusalcı cephe”nin Türkiye’nin iç ve dış politikasına dair ana kodları var.
ULUSALCI MÜDAHALE
Bu kodları anlamak için, aynı açıklamadan bir cümleye daha bakalım; “Din, dünya üzerinde şeriat düzeni kurmaya çalışırsa devlet buna karışır” O’na göre bu durumda esas tehdit laik düzenin temeline yönelmiş demektir. Çetin Doğan başka bir yerde de sınır ötesinde yaşanan gelişmeleri örnek göstererek ümmetçiliğin Türkiye’ye bir şey kazandırmayacağını belirtiyor. Sonuç olarak O, “laik ve üniter” devlet yapısını koruma çağrısını yineliyor.
Durumu biraz açmaya çalışalım: Bölgede cereyan eden gelişmeler karşısında, Çetin Doğan’ın da içinde yer aldığı “ulusalcılar” bugün iki temel çağrı yapıyorlar;
1- Bölgede laikliğin tehdit altına girmesi Türkiye’nin de tehdit altına girmesi demektir. Bu nedenle inanç, mezhep vb türden itirazlara ya da arayışlara kesinlikle prim verilmemelidir! Zira bu durum Suriye ve Irak’taki gibi mezhepler üzerinden bir parçalanmaya yol açabilir.
2- Irak ve Suriye’deki parçalanmanın bir diğer nedeni de “etnik milliyetçiliğin” körüklenmesidir! Kuzey Irak Kürdistanı ve Suriye sınırında oluşan Rojava özerk yönetimi bölgenin yapısı kadar Türkiye’yi de tehdit etmektedir!
Ulusalcıların öne sürdüğü bütün bu analizlerin ve ortaya attıkları tehdit teorilerinin gelip bağlandığı yer ise BAAS tipi yapıların korunmasıdır. Bu yapı, farklı inanç ve milliyetlerden halkları demokratik bir zenginlik olarak görmek yerine, inkar edilmesi ve baskı altında tutulması gereken birer tehdit unsuru olarak ele alıyor. Çetin Doğan’ın temsil ettiği cephe işte tam da bu zemini kendisine temel alan bir müdahale anlayışını savunuyor.
MUHAFAZAKAR MÜDAHALE
Peki ulusalcı cephenin topa tuttuğu hükümet cephesinde bu açıdan durum ne? Başbakan Erdoğan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri ziyareti dönüşünde yapmış olduğu açıklamalar bu açıdan son derece dikkat çekici.
Irak’takini bölünme olarak kabul etmediklerini belirten Erdoğan, buna ‘Eyalet sistemine geçiştir’ dediklerini belirtiyor ve ardından şu sözleri sıralıyor; “Eyalet sistemine geçişse Süleymaniye için Kerkük veya Musul için aynı sistemi niçin düşünmüyorsun? Biz, Kerkük için diyoruz ki ‘oraya özel statü tanıyalım, aynı şeyi Musul’da, Süleymaniye’de yapalım’. Ama bunların hiçbirine yanaşmıyorlar. Er ya da geç o da olacak, oradaki yapı oraya gidecek. Kuzey Irak’ta olduktan sonra orada da olmasına mani bir hal yok”
Bu sözlerin temsil ettiği hükümet, açık bir biçimde, sınır bölgesindeki parçalanmadan kendisine pay istiyor! Bu sözlerde, o bölgedeki halkların kendi kaderini tayin hakkına saygı göstermenin en küçük bir ifadesi bile yok. Tersine, Türkiye hükümetinin çizdiği hattın dışına çıkılması durumunda, Irak ve Suriye’ye dolaylı ya da doğrudan müdahalenin sinyalleri veriliyor.
Başbakan Erdoğan’ın uçakta yaptığı açıklama bununla da bitmiyor. Suriye’nin kuzey kesiminde ‘Kuzey Irak’ benzeri bir oluşuma Türkiye’nin izin vermeyeceğini belirten Erdoğan sözlerine şöyle devam ediyor; “Irak’ta yaşanan sıkıntının da biz yaşanmasını istemiyoruz. Biz, Kuzey Suriye gibi bir oluşuma Türkiye olarak müsaade edemeyiz. O bize farklı yetkiler, farklı haklar verir” Yani özün sözü şu; AKP hükümetinin gözü en çok Kürtlerin üzerinde olacak ve devlet asla Rojava benzeri oluşumlara izin vermeyecek!
BAŞKA BİR SES...
Siyasal arenada her an birbirlerini boğazlayacaklarmış gibi görünen Yeni Osmanlıcılarla Ulusalcılar, mesele Irak ve Suriye’deki gelişmelere ve özellikle de Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme hakkına gelince bir anda siyam ikizi oluveriyorlar. Yani ne yana dönerlerse dönsünler yapışık ikizler gibi birbirlerinden ayrılamıyorlar. Halkları inkar ve her türlü provokasyon yetkisini kendine tanıma hakkı, onların her geçen gün daha da gericileşen ruhlarıyla birlikte büyüyor.
Peki ulusalcılıkla muhafazakarlık arasına sıkıştırılmak istenen işçi ve emekçiler; Türkiye’nin ve bölgenin ezilen halkları için başka bir çıkış kapısı yok mu?
Yukarıda aktardığımız her iki açıklama da basında oldukça geniş yer buldu. Aynı süreçte medyanın pek görmek istemediği ya da haber değeri görmediği bir açıklama daha vardı ki ona bakmakta gerçekten fayda var:
“Bugün bölgede gerçek barışın koşulu; ABD ve müttefikleriyle, halkların başlarına bela olan diktatörlerin defedilerek halkların kendi kendini yönettiği bir demokrasinin elbirliğiyle inşasıdır. Mezhepleri birbirine kırdıran politikaların tasfiye edildiği, yerine kardeşliğin güvencesi olabilecek gerçek bir laikliğin hayata geçirildiği yeni bir düzen, kaostan medet umarak kurulmak istenen ABD düzenine alternatif olabilir”
Bu açıklama, aralarında Türkiye’den Emek Partisi’nin de olduğu Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’ndan (CIPOML) geldi. İki gerici kamp arasında prese alınmış ve fakat ‘başka bir ses daha olmalı’ diyenlere duyurulur...
Evrensel'i Takip Et