‘İnsanların birbirini boğazladığı günler yaşıyoruz’
Tezcan TOPAL
İçimdeki Yalnızlık, Saatin Durduğu An, Zor Yıllar, Gölge Kadın ve Cahide kitaplarının yazarı Nalan Tuntaş ile Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan son kitabı Arşipel’in Çocukları’nı konuştuk. Romanın kahramanı Binbaşı Erkal’ın savaşarak insan öldürmek yerine aklının bir köşesinde daima beklettiği insan kurtarmak galip geliyor çok sonraları. Sayfaları çevirdikçe yaklaşıyoruz şimdiki zamana: Her fırsatta kutuplaşmayı fırsat bilip birbirimizi linç ettiğimiz bu dönemlerde, şöyle sesleniyor Nalan Tuntaş; “Yıllar öncesiydi. Levanten, Rum, Ermeni, Türk, Hıristiyan, Müslüman, Musevi gibi sözcükler çıkmazdı ağızlardan. Aynı mahallelerde oturan, aynı okullarda okuyan; ramazanı, kurbanı, noeli, yortuyu hep birlikte kutlayan Arşipelli çocuklardı. Neşeli cıvıltılarıyla çınlatırlardı ortalığı. Ama sonra? Futbol takımında birlikte oynadıkları Aşil’in adaşı olan, diğer bir Aşil’le savaşır oldular. Neden?”
Yıllar önce birlikte yaşayan, birbirlerinin özel günlerini beraber yaşayan etnik gruplardan özlemle bahsediyorsunuz.
Romanımda bu ve benzeri sorularla dinlerin kardeşliğini insanlığın kardeşliğiyle birleştirerek, aslında olanaksız sandığımız çok şeyin hiç de öyle olmadığını vurgulamak istedim. Savaştan kaçıp barışa ve hayat kurtarmaya yönelen Erkal’ı anlatırken aynı zamanda zoru başaran bir kişinin gittiği yerde karşısına çıkacak bir kadına âşık olabileceğini de belirtmek istedim. Kendisi Türk, karşındaki Rum asıllı bir rahibe de olsa…
Önsöz, kitabın ismiyle alakalı. Arşipel’den bahseder misiniz?
Ege’nin Antik Çağlardaki adı olan “Arşipel” Akdeniz’in, Anadolu ve Yunan anakarası arasında, kuzeye uzanan bölümüdür. Homeros burayı “Şarap Rengi Deniz” diye adlandırır. Çok eski çağlardan beri birçok uygarlığın ele geçirmek istediği, uğrunda çok kan dökülen bir bölgedir burası. İki yakanın çocukları olan Türkler ve Yunanlıların da aralarında paylaşamadığı bir cennet ortamı…
‘Orsa’ adını verdiği teknesiyle birlikte çıktığı yolculukta Arşipel akşamdan sabaha dek kendini anlatır Erkal’a. Siren Kayalıkları’ndan geçerken, gemicileri ağına düşürüp yok eden denizkızlarının şuh kahkahalarını işitir. Arginusai Deniz Savaşı’na sahne olan suları aşarken Isparta-Atina savaşlarını yaşar. Fırtına yüzünden bozulan Isparta gemilerinden ve galip olan Atina donanmasından denize dökülen tayfaların imdat çığlıkları arasında yol alır. Assos’tan dönen Aziz Paulos’un gemilerinin çan sesleri yankılanır kulaklarında. Seren Adası’na varana dek yaptığı yolculuk aynı zamanda yüzyıllar arasında yapılan bir sefere dönüşmüştür. Her ne denli uzak görünse de, mitolojiyle bezenmiş, söylencelerle gerçeğin iç içe girdiği ve yüzyıllar öncesinin savaşlarına sahne olmuş bu sular bizim sularımızdır. Bu bölge, tüm zenginliği ve birikimiyle elimizin altındadır. Yani düşsel bir adaya yapılan düşsel bir yolculukla, gerçek bir adaya yapılan gerçek bir yolculuğun arasında yalnızca bir kavrama ve yorumlama farkı vardır.
Kendini insan öldürmeye adayan bir karakter hayatlar kurtarmaya evriliyor…
Roman, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bir gece öncesinde, bir çıkartma gemisinde komando erlerinin eğlenmeleriyle başlar. İki top namlusu arasına gerdikleri pankartta DİSCO APOKALİPS yazmaktadır. Anlamı, kıyamet günüdür. İşte bu kıyametin öncesinde, korkularını biraz olsun yatıştırmak için türkü söylemektedirler hazırladıkları diskoda. Ertesi gün belki de öleceklerini bile bile. Yaşamla ölüm arasındaki kısacık zaman diliminden başlayarak, savaşın anlamsızlığıyla aşkın anlamlılığı arasında geçen süreyi anlatan bir romandır bu.
Binbaşı Erkal, babasına özenerek girdiği askerlik mesleğinin kendisine göre olmadığını anladığında biraz geç olmuştur. Tam da ayrılmaya karar vermişken bir savaş patlamış ve ülkesinin ona gereksinimi olduğunu düşündüğünden çekip gidememiştir. Ancak savaşın çirkin ve kanlı yüzünü birebir gördüğünde kararının ne denli yerinde olduğunu bir kez daha anlar.
Harekâttan başarıyla çıkmıştır ordusu ama ortalık yatıştığında geride kalan görüntü galibiyetin mutluluğunu yaşatmak bir yana, kahredicidir. Savaş, filmlerdeki gibi değildir. Gün gelir de, anlatılmak istenirse, sözcüklerin içi boşalır, tümceler anlamını yitirir. Çünkü savaş anlatılamaz, yalnızca yaşanır.
Geride kalanlar; benzin, kauçuk, yanık et karışımı bir koku ve tankların kaportalarından çıkmaya çalışan kavruk ellerdir. Yüzbaşı Aşil’in, ölmek üzereyken son bir hamleyle cebinden zorlukla çıkardığı resimdir, kanlı parmaklarının arasındaki bu resimde kırmızıya boyanan ve o nedenle de seçemediği karısının ve çocuklarının yüzleridir. Karşısındaki, düşmanı da olsa, erdemli bir kişi başka birinin bu hale düşmesini ister mi?
Savaşın acı yüzüne tanık olduğumuz bir adadan aşkın yeşerdiği başka bir adaya yapılan yolculuk. Bir önceki soruyla beraber düşünürsek iyiye gitmenin yolu hep kötüden mi geçiyor?
Bırakın etnik ve dinsel kutuplaşmaları, Müslümanların birbirini boğazladığı günler yaşıyoruz son zamanlarda. Kötüyü yaşayıp da akıllanmak, aynı hataya bir daha düşmemek de bir kazanımdır, ama yüzyıllar boyunca savaşlarla ve kanla beslenen, 21. yüzyıla gelmemize karşın savaşmayı aynı ilkellikle sürdüren halklar ne yazık ki bunu bilmekten çok uzaktalar. Teknolojiyi de bunlara eklediğimizde işin, içinden çıkılmayacak denli tehlikeli boyutlara vardığını görüyoruz. Cahil kişilerin elinde teknoloji en tehlikeli silahtır. Yapacağı tahribat, küçük bir çocuğun eline dolu bir silah vermekten milyonlarca kez büyük olur.
Günümüzde Müslüman’ın Müslüman’ı vurduğu silahlar gelişmiş ülkelerden gelmektedir. Kendi teknolojisini üretemeyen, silahını, tankını, uçağını batıdan alıp din kardeşini yok etmeye çalışan halklar aslında emperyalist ülkelerin elinde oyuncaktan başka bir şey değillerdir. Onlar birbirine düşsün ki, büyük devletler sattıkları silahlardan gelen parayla, onların yaşadıkları topraklardan elde ettikleri zenginliklerle daha da büyüsün. Bu oyunlara gelip din kardeşini vurmak hangi inanca sığar? Barışa yelken açabilecek bir dünyanın özlemiyle…
Evrensel'i Takip Et