Kapitalizmin gölgesinde hukuk
Emek BAYRAK*
“Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar.
Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm; içimde cesetler ve daha ölmemişler var”
Metin Altıok
Teknoloji ne kadar gelişse de kapitalizm ortaya çıktığından beri, göçükler ve cesetler bırakarak azmanlaşıyor. İlk ortaya çıktığı günden bugüne birilerinin hayatını cennete çevirirken; büyük kitlelerin düşlerini, umutlarını göçük altında bırakıyor. Ve kapitalizm hep kan kokuyor.
Fransız devriminde kitleleri özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganıyla peşinden sürükleyen burjuva sınıfı, önce aristokrasiyi sonra kralları devirdi. Peşinden sürüklediği halka, burjuva aydınlarının ifadesiyle “baldırı çıplak”lara da yol arkadaşlığımız buraya kadar deyiverdi muzaffer çıktığında. Burjuvazi sanayi devrimiyle ihtişamlı bir şekilde serpilirken, yeni bir sınıf da ufukta beliriverdi: İşçi sınıfı.
Yaşamak için emeğini satmak zorunda kalan bu sınıf, yani sefaletin diz boyu olduğu yeni zamanların taze sınıfı karanlık madenlerin, havasız fabrikaların yolunu tuttu yaşamak için. Günde 13-15 saati bulan ağır çalışma koşulları ve yaşamak zorunda bırakıldıkları sağlıksız, kirli konutlarda tükendi hayatları… Ve tabii çocuk işçilerin de… Zola, Germinal isimli romanında madende çalışan işçilerin ve ailelerinin kömür, is ve yoksulluk kokan bu zorlu hayatlarını anlattı. “Germinal” bereket anlamına gelse de, kapitalizm bereket getirmedi… İşçiye daha fazla sömürü ve ölüm, burjuvaya da daha çok servet getirdi.
1848’lerdeyse egemenlere korku salan bir heyula dolanmaya başladı Kıta Avrupası’nın semalarında... Bu heyula 1848 Devrimleri ile can buldu ve tüm Avrupa’yı sardı. O heyula Komüne uğradı..Heyulanın fırtınası dindi derken, Sovyetler’de dirildi tekrar.
Uzun ömürlü olmayan bu diriliş bile egemenleri ürküttü. Görevi, egemenlerin güvenliğini sağlamaktan ibaret olan jandarma devlet, bu ürküntüyle sosyal devlete sarıldı. Sermaye, istekli olmasa da emekçilerle uzlaşmak zorunda kaldı. Böylesi bir uzlaşmanın ortaya çıkmasında, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelesi, sosyalizmin emekçiler için bir çekim merkezi olması ve 1929 kapitalist krizinin liberalizmi gözden düşürmesi etkili olmuştu.
Sosyal devlet uzlaşısının sonuna gelinmesi, sermayenin dizgin tutmaz azgınlığının en güçlü işaretiydi. 1979-1980’lerde hayata geçirilen yeni liberal politikalar, gelişmiş ülkelerde 1945 sonrasında ortaya çıkan sosyal devleti tasfiye etmeyi amaçladı. Latin Amerika’dan Yunanistan’a ve Türkiye’ye kadar bu politikalar, darbe yoluyla hayat buldu pek çok ülkede. Yeni liberal politikalarla kapitalizm, bütün dünyayı kendi için dikensiz gül bahçesine çevirmek için önce sosyal devlete saldırdı. Gül bahçesinin en büyük dikeni de sendikalar ve emek mücadelesiydi. Sovyet deneyiminin çökmesiyle zaferini ilan edip dizginsizleşen kapitalizm, bütün dünyayı zapt etmeye koyuldu. Özelleştirmelerle, taşeronlaştırmayla, örgütsüzleştirmeyle ve esnekleştirmeyle doğduğu zamanların vahşiliğine döndü.
Bu vahşiliğin hukuk yoluyla dizginlendiğini düşünenler için Avrupa hep örnek gösterildi. Kurallara bağlanmış, sermayenin aşırılıklarını az da olsa dizginleyip yurttaşını gözeten kapitalizm masalı hep anlatıldı ve övüldü. Aslında, Avrupa kapitalizmi, yağmaladığı üçüncü dünyanın ganimetlerini kendi yoksullarına küçük paylarla da olsa dağıtarak, onların olası hoşnutsuzluğunu dizginlemiş ve bir anlamda onları sistemin payidarı haline getirmeye çalışmıştı.
Kendi coğrafyasında insafa gelen kapitalizmin, üçüncü dünya ülkelerindeki açgözlülüğü hep atlandı. Oralarda sendikasız, güvencesiz, kuralsız çalıştırdığı emekçiler ve çocuklar da... Bugün Avrupa demokrasisinin hanesine yazılan hak ve özgürlüklerin arkasında işçilerin, emekçilerin mücadelesi olduğu hep unutuldu. Kapitalizmin ehlileşmesini, Avrupalı kapitalistlerin gelişkin vicdanlarına ve lütuflarına bağladılar. Böylece Avrupa demokrasisiyle ve hukukuyla bir model olarak gösterildi.
Hukukun, kapitalizmi dizginlediğini düşünenler için sorulması gereken soru çoğunlukla unutuldu: Hukuk tarafsız mı? Hukuktan, hukuk devletinden söz edenlerin dilinde hukuk, kapitalizmin kötülüklerini ortadan kaldıran sihirli bir formül olarak görünüyor. Çünkü bu tarafsızlık söylemi, hukukun sınıfsal özünü bulandırarak onu sınıflar üstü bir konuma taşıyor ve kutsallaştırıyor.
Oysa hukuk tarihte hep güçlünün yanında saf tuttu. Devletin egemenlerin devleti olması gibi hukuk da hep egemenlerin hukuku oldu. Olması da doğaldı, çünkü hukuk sınıfsal özünden bağımsız bir adalet ereğine göre değil, egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre şekilleniyordu. Çünkü sınıflar üstü bir adalet ereği yoktu. Ve aslında dizginlediği şey kapitalizm değil, onun mizansenine inandırılmaya çalışılan ezilenlerin olası öfkesiydi.
Hukuk, tarihsel süreçte kralların, aristokratların, burjuvaların ve erkeklerin ihtiyaçlarına göre şekillendi. Bu şekillenmede, kaba ve mekanik bir biçimde olmasa da üretim ilişkilerinin ve sınıf mücadelesinin belirleyiciliği vardı. Hukuka dair romantik ve asılsız güzellemeler, onun bu sınıfsal özünü saklayarak kitlelerin öfkesini ve başkaldırısını adalet umuduyla ehlileştirdi.
Ama bilinen bir gerçek de bazen egemenlerin kendi hukuklarına bile ihtiyaç duymadıklarıdır. Kapitalizm, kırılgan kriz dönemlerinde ayağına dolanan kendi hukukunu bile bir çırpıda atıverir. Hoşnutsuz kitlelerin uğultusu duyulmaya başladığında, polisin, askerin gölgesi düşer hukukun üstüne. Gelen faşizmdir çünkü… Faşizm, egemen sınıfların kendi bekçilerine giydirdikleri en kara elbisedir. Bekçilerin en kara giysileri giydikleri her yerde, halklara da kanlı bir gömlek dikilir.
İçeriğini ve yürürlüğünü egemenler belirlediği için, hukukun hak ve özgürlüklere ilişkin getirdiği güvenceler de çok zaman kağıt üstünde kalır. Bu coğrafyadan örnekleri düşünürsek Anayasa’ da yer alan sosyal devlet ve işçilerin korunması hükmü, mevsimlik işçileri göç yollarında, maden işçilerini de madenlerde korumaz. Yolları, köprüleri, gemileri ve içinde hiç oturamayacakları lüks konutları yapan işçileri de inşaatlarda korumaz. Semirmiş egemenler ve onların sözcüleri için işçi ölümleri hep kaderdir. Bu kader nasıl bir şeydir ki hep yoksullara ölüm biçerken, zenginlere cennet malikaneleri vaat eder? Kapitalizmin kendi yarattığı acılar için yazdığı en kolay reçete, tevekkül ve kader reçetesidir. Ve kapitalizmin tevekkül reçetesi yazdığı yoksullar, karartılmış hayatlarına kısaca kader derler… ”Kader”, o bilinemezci kutsallık, katlanılır kılar acıyı, ötekileşmeyi ve ekmeksizliği…
Biliyoruz ki hukuk, tarihin başından beri egemenleri, mülkiyeti ve erkeği korudu, koruyor.
Egemenlerin adı, sömürünün biçimi değişse de bu hep böyle oldu. Kapitalizmin siyahtan başka renk bırakmadığı bu dünyada, bizden kapkara karanlıklarını sevmemizi istiyorlar. Kapitalizmin göçüğü altında kalmamak ve onun karanlığından kurtulmak için, ezilenlerin kendi aydınlıklarını yaratmaları gerekiyor. Ancak o zaman “susacak kanın sesi” ve “menekşeler açılacak üstümüzde”
“Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek …”
…
Saraylar saltanatlar çöker
kan susar birgün
zulüm biter.
menekşelerde açılır üstümüzde
A. Yücel
* Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi
Evrensel'i Takip Et