Halkı askerlikten soğutmanın kitabı
Gazeteci İsmail Saymaz, zaten uzunca bir süre haberleriyle takip ettiği asker hikayelerini, sade, akıcı ama gerçeğin soğuk çarpıcılığıyla, yoğun bir emekle bir araya getirdi. Alabildiğine sessizliğe bürünmüş bu alana önemli bir kaynak katkısı sundu. “Esas duruşta cinayet.” Evet, bu, bir halkı askerlikten soğutma kitabı.
Arif KOŞAR
İstanbul
Memlekette Kürt sorununun çatışmalı ve ölümlü seyri devam ederken askerin çığlığı kurşun ve bomba sesinden duyulmaz olmuştu. Ve tabi ki, askerde olan her şey; izmarit toplamaktan, ağaç karşısında nöbet tutmaya, ayak tabanı yalatmaktan kaba dayağa, zorla oral seksten cinayete kadar her şey devletin en önemli sırları arasındaki yerini almıştı. Ama iki kişinin bildiği sır değildi ve zaten iki kişi de konuşuyordu.
Yıllarca göz nuruyla büyüttükleri yavrularının ölümlerini, “üç kelimeyi mantıklı bir biçimde yanyana getirme yeteneğini gösteremeyen gerekçelerle” haber alan ailelere bu sır sökmez oldu. Hikayelerse dağ oldu.
Ve Gazeteci İsmail Saymaz, zaten uzunca bir süre haberleriyle takip ettiği bu asker hikayelerini, sade, akıcı ama gerçeğin soğuk çarpıcılığıyla, yoğun bir emekle bir araya getirdi. Alabildiğine sessizliğe bürünmüş bu alana önemli bir kaynak katkısı sundu. “Esas duruşta cinayet.” Evet, bu, bir halkı askerlikten soğutma kitabı.
Şüpheli asker ölümleri üzerine bir kitap fikri nasıl ortaya çıktı?
2 yıldır kafamda olan bir proje. 2-3 yıldır asker ölümleriyle ilgili sistematik olarak haber yapıyorum. Bu kitapta yer verdiğim 15 hikayeden sadece 2 ya da 3 tanesini hiç yapmamışım. Diğerlerinin hepsinin hakkında haber yapmışım. Bunların tümünün dosyasını da aldım. Bazıları çetrefilli ve zor oldu, bazıları daha kolay oldu. Sonuç olarak 2 yılın sonunda, ben Sözde Terörist’i bitirdikten sonra bu kitabı yazmaya karar vermiştim. Bu davalar bitmiş, sadece askerlerin ölüm şekilleri değil öldükten sonraki askeri yargılama ve usul kuralları da yorum yapılabilecek düzeye gelmişti. Ve asker meselesi toplum nezdinde tartışmaya daha açık hale gelmiş. Ve bununla ilgili bir kaynak sorunu yaşanıyor. Elimizde de çok ciddi kaynaklar yok.
Bir asker hakları platformunun internet sitesi var.
O da kendi sitelerine yapılmış bir yıllık başvuruları içeren bir rapor. Ama onun da kıymeti büyük, çünkü o alanda yapılan ilk çalışma. Bu yıl içerisinde Murathan Mungan’ın derlediği öykü kitabı var. Bilgi Üniversitesi’nden benim kitaptan biraz sonra çıkmış militarizm üzerine yazılmış yazılar var. Pınar Öğünç’ün “Asker Doğmayanlar” diye vicdani retçiler üzerine bir kitabı var. Ama bizzat askerdeki kuşkulu ölümler için bir kaynak yok. Dolayısıyla bu meselenin anlaşılması için kaynak yoksunluğunun kendisi de ikinci bir sebep oldu benim bu kitabı yazmamda. Ve yazdıktan sonra büyük bir ihtiyaç olduğunu fark ettim.
Beni dehşete düşüren el bombasının pimini çekip askere tutturulan subayın hikayesi. Çocuk öleceğini biliyor... “Öleceğim ben” diyor, oraya gidiyor, buraya gidiyor, soruyor... “Patlar mı bu” diyor. Komutanına gidiyor, komutanı “yürü git” diyor. O nasıl bir psikoloji? O hikayeyi okurken erin yaşadığı ölüm stresini yaşıyorsun kitapta. Sen nasıl yaşadın o stresi?
Sinirlerim bozuldu. Ben bu hikayeyi biliyordum, Taraf gazetesinde çıkmıştı. Etkili bir haberdi. Çünkü o dönemde bu vaka ile ilgili resmi açıklama kaza olduğu yönündeydi. 3-4 gün sonra bunun el bombası cezası olduğu anlaşıldı. Genç subay pimi çekilmiş bombaya ere veriyor, “al sana ceza, sen nöbette uyudun, sen burada bekle, ben gelip takacağım pimi” diyor. Şimdi bu askeri literatürde olmayan bir ceza. Yok böyle bir ceza yok.
Böyle bir ceza olabilir mi zaten?
Yok, olmamış. Sanık askere diyorlar ki, “sen böyle bir eğitim gördün mü”, “hayır görmedim” diyor. “Peki niye verdin?” Anlaşılmıyor yani neden verdiği. Askerler el bombası eğitimi almışlar ancak taşla almışlar, el bombasına benzeyen taşları atmak suretiyle bunlara eğitim verilmiş. Bilmiyorlar el bombasını. Şimdi bu cesareti nereden alıyor bu adam? Askeri literatürde bile olmayan bir cezayı ere verme cesareti; o kurumun kapalı yapısından oluyor. Çünkü o kurumda bu tarz muamelelerin hepsi mubah görülebiliyor. Askeri zayiat, eğitim zayiatı... Böylesi bir yapıda doğal olarak buna cesaret edebilir.
Zayiat... Eşya gibi...
Kaldı ki subay sınıfı askerleri ve kısmen asteğmenleri kendisine emanet edilmiş birer eşya olarak görüyor. O yüzden zayiat ismi kullanılıyor. El bombası gibi, tüfek gibi, mermi gibi bir mühimmat orada insan. Ve harcanabilir. Niye? Yargılama sonucunda 4 insanın ölümüne yol açmış insana kişi başı 1.5 yıl ceza verilirse insanlar ne düşünecek? O subay bugün ya da yarın tahliye olacak ya da oldu. Bu subay topluma geri dönecek, orada hayatını kaybetmiş 4 askerin aileleri ne düşünecek? “Oğlum niye öldü?” Bunun cevabı var mı?
O pim geri takılabilir miydi?
Mümkün değil. Yani çok teknik bir mesele.
Mümkün değil?
Takılabilir de askeri mevzuat ona izin vermiyor, pim çekildiyse atılması gerekir.
Pimi çekti, elini bastırdı oraya...
Mandalı tutuyor.
Peki mandalı bıraktı, hemen patlar mı?
5 saniye içerisinde patlar. Ama tabii 45 dakika boyunca elinin terli olduğunu düşünürsek.
Kayabilir.
Evet...
Subay bu rahatlığı nereden alıyor? Kişisel bir psikopatlığın ötesinde bir şey bu...
Son 10 yılda 3 bin 400 subay ve astsubay erlere kötü muameleden ceza almış. Kötü muamelenin yanı sıra angaryaya koşturma cezaları da var. Demek ki böyle çok insan var, çok subay var. Problemli, sorunlu ve hastalıklı.
Ve bunlar sadece şikayet edilip ceza alanlar.
Evet, ceza alanlar.
Ya almayanlar...
10 bin civarı şikayet var, 3 bini ceza almış. Bunlar bir de yansıyanlar. Yansımayanlar da var. Nasıl ki Genel Kurmay’dan intihar eden, hayatını kaybeden askerlerin askere sorunlu ve problemli geldiğini iddia ediyorsa harp akademilerinden ve harp okulundan mezun olmuş olanların da bence TSK’ya katılırken sorunlu olup olmadığı kontrol edilmeli. Çünkü toplumdan yalıtık bir hiyerarşi içerisinde yetişiyorlar, öte yandan askerlik meselesini sadece bir meslek olarak görmeyip kendi hayatlarının bütününü belirleyen bir uğraş olarak görüyorlar. Dolayısıyla onlara teslim edilmiş askerleri de kendi mesleklerinin bir cihazı, bir unsuru olarak görüyorlar.
AĞLIYORDUM AZ KALSIN!
Senin askerlik durumun nedir?
Ben bedelli yaptım. Uzun süre askerden kaçtım. 7 sene üniversite okudum bu yüzden. Bu yüzden master yapmaya başladım. Fakat tam tezimi verecektim ki bedelli askerlik geldi, paramı verdim ve mastırı bitirmedim. Olmayan bütün birikimimi oraya yatırdım. Bütün kitap birikimlerini yatırdım gene de kapatamadım.
Zorunlu askerlik kalkarsa paramı geri istiyorum diyor musun?
(Gülüyor) O benim ağrıma gidiyor. Bir ara bedelli gündeme geldi, 15 bine düşecek dediler ben ağlıyordum az kalsın.
‘HAKKIMDA DAVA AÇACAĞINI SÖYLEDİ’
Bu kitapta en çok dikkatini çeken hikaye hangisi?
İki tane... Birincisi Alevi ve Kürt olan başından vurulmuş halde nöbet kulübesindeki bir gencin ölüm olayı. Bir de Afyon davası. Şimdi Er Eren Özel meselesinde tüfeğin ateşlendiği iddia edildi. Yerin doğru olduğunu kabul etsek bile kurşun Eren Özel’in başına doğru değil ayağına doğru gelmesi gerekiyor. Pozisyon yanlış. İddia ettiği gibi Eren Özel ayağa kalkmış tüfeğinin namlusunu tutmuş ve sonra kendi kendine ateşleyip düşmüş olsa o pozisyonda yere düşemez. Eli bacağının arasında uyku pozisyonunda. Ve sonuncusu; diyelim öyle, siz o nöbet kulübesini niye yıkıyorsunuz? Niye keşif ihtimali olmaktan kaldırıyorsunuz. Ortada iki tane birbiriyle çelişen rapor var. En son Prof. Nadir Arıcan’ın gönderdiği bilirkişi raporuna göre bu kaza olamaz. O beni çok ürkütmüştü.
İkincisi?
Afyon davası. Türkiye’nin dördüncü büyük mühimat deposu. Patlayan mühimat elbombası. Ölen Tolga Taştan’ın babasının verdiği bilgiye göre çocuklar 6 bin santigrat derecede yandılar. Ailesine gönderilen ceset 130 doku parçası. Bazılarının sadece 9. parçası bulunmuş ve ailelere verilmiş. Torba içerisinde onlara ait olduğu iddia edilen doku parçaları gönderilmiş. Ve bu dokular çöpçülerle toplanmış. Peki, nasıl olur da kışlanın kapısına sahte kamera koymuşsun? Nasıl olur da oraya koyabilecek kamera parasını bulamamışsın? Nasıl olur da askerin kantin parasından çay tost parasını almışsın? Nasıl yapmışsın? Bunun hesabı nasıl verilmez? Bir albay sanık, bir binbaşı sanık, bir asteğmen sanık; üçü de suçu birbirine atıyor; üçü de suçu sanık olmayanlara da atıyor. En çok 45 gün cezaevinde kalmışlar ve 25 kişinin ölümüne yol açtılar.
Peki yargılama süreci açısından en çok dikkatini çeken dosya hangisi?
Beni en çok rahatsız eden dosyalardan biri Esat Mengilli’in dosyası. Afyon’da çocuk koşuya hastalığından katılamıyor. Fakat ondan önce koşuya katılmak istemeyenler el kaldırıp dayak yediği için onca mühimmatla koşmaya kalkıyor ve bu yolda düşüyor, düştüğü için bunu sopalarla dövüyorlar, koşturmaya çalışıyorlar. Ve ölüyor. Bu insanlar çok cüzi bir ceza alıyorlar. Asker dövdüğü için para cezasına denk gelen cezalar oluyor ve erteleniyor.
İkincisi Murat Polat dosyası. Murat Polat, Adana Cezaevinde dövülerek öldürülen çocuk. Orada da askeri savcı muhteşem bir iddianame hazırlıyor. Engin Çeber vakasına benzer. Bunun Türk Ceza Kanunu’nun 95. maddesine göre ağırlaştırılmış işkence suçundan, gerek işkencede döven iki askere, gerekse onların amirlerine dava açılıyor. Siz de buna nezaret ettiniz diye. Dava sivil mahkemeye gidiyor. Sivil mahkeme sadece döven kişiyi 25 yıl hapis cezası veriyor, diğerlerine 550 lira para cezası veriyor. Bunlar çok korkunç. Şu an hala Murat Polat’ın dövüldüğü yerde o işkenceye nezaret eden ve bundan ötürü ağırlaştırılmış işkenceden yargılanan kişiler askerde görev yapıyor. Murat Polat’ın ölümünden sonra da bir çok askerin dövülmesine, gerek onların ayak tabanının yalatılması, gerek copla taciz edilmesi, gerek zorla oral seks yaptırması gibi suçlara bulaşmış bu şebeke şu an elini kolunu sallaya sallaya geziyor ve askerlik yapıyor.
Bu adamlar çok ciddi davaların sanığı durumdalar, askeri mahkemeye güveniyorlar başımıza çok bir şey gelmez diye. Ama sonuçta bunlar kamuoyuna yansıdı, büyük bir tedirginlikleri de var. Sanıklardan ya da çevresinden sana dönük bir ‘şeyler’ ulaşıyor mu?
Sevag Balıkçı da oldu. Sevag Balıkçı’yı öldüren Kıvanç Ağaoğlu tüfeği doğrultup ateş ettiğini anlatan tanık Halil Ekşi’ye ifadesini değiştirmesi için baskı uygulandı. Aydın’da Kıvanç Ağaoğlu’nun dayısı olduğu iddia edilen kişi tarafından. Bu yüzden hem Halil Ekşi hem de Kıvanç Ağaoğlu’nun dayısı yalan beyanda bulunmaktan yargılanıyorlar. Ben kitabı çıkarttıktan sonra da Kıvanç Ağaoğlu bana mesaj gönderdi. Hakkımda dava açacağını söyledi. Benden önce de kendisine katil diyen bir kişiye dava açmış. Dolayısıyla kamuoyunu da böyle baskı altına almaya çalışıyorlar. Ben kitabı yazmadan önce de bir başka davada hakkımda suç duyurusunda bulunuldu, ifade verdim. O da askerde dövülerek, elinde sigara söndürülerek akıl sağlığını yitirdiği iddia edilen Er Ferdi Aydenk ile ilgili haberi yaptığım için. Kendisinin haberde görüşüne de yer verdiğim halde sanık astsubay hakkımda dava açmış. Bana da bu tip müdahaleler oluyor.
Ya askeri mahkemeler?
Tüm dosyalarda asker, suç işleyen subayı astsubayı korumak adına hiyerarşik olarak harekete geçiyor. Burada tam da bu yüzden adalet çıkmaz. Adana’da sivil mahkemede Murat Polat’ın katiline verilen ceza, sivil yargının da bu anlamda ideal olmadığını gösteriyor. Prensip olarak sivile geçmeli ama sivil yargı da Murat Polat’ın davasında olduğu gibi askeri yargının gerisinde karar vermemeli, ya da cemaatin müdahale ettiği davalar gibi bunu kötüye kullanmamalı.
Askeri yargıda olsa herhalde o sanık er bu kadar da ceza almazdı.
Evet.
BİR ÖRGÜT DAVASIYLA İLİŞKİLENDİRİLMEK İSTENDİM
Kitapta Utku Kalı’nın yaşadıklarına da yer verdin.
Askeri cezaevleri meselesini tartışmak için koydum. Çünkü benim birkaç önerim var bu kitabı yazarken. Birincisi zorunlu askerliğin kaldırılması. İlk etapta sivil hizmetin getirilmesi, yani silah altına alınmayanlara sivil bir alanda hizmet imkanı tanınması. Bu da “vay sen misin askerlik yapmayan” denilerek askerliğin üç katı sürede, bütün hayat meşgalesinden koparacak şekilde bir tercih olarak sunulması değil; adil, dengeli, yetenekleri ve emeğine göre sunulabilecek bir ihtimal olmalı. Bu da sadece eğitimlilere mahsus olmamalı toplumun eğitimsiz yurttaşları için de bir seçenek olmalı. Orta vadede kaldırılmalı. İlk vadede askerlik tümden kaldırılsın demek gerçekçi olmayabilir. Ama o ilk vadede sivil hizmetin tanınması, orta vadede tümden kaldırılması gerekiyor. İkincisi, askeri cezaevlerinin tümüyle kaldırılması gerekiyor. Utku Kalı meselesinde olduğu gibi, 2013’te bile hala çıplak aramayı kanıksamış bir protokol, devlet düzeni, askeri düzen var. Tabii burada üçüncüsü disiplin suçları hariç askeri yargının kaldırılması. Son bir madde var Türk Ceza Kanunu’nun 318. maddesinin kaldırılması. Yani halkı askerlikten soğutma maddesinin kaldırılması.
Sen de anladığım kadarıyla halkı askerden soğutmak istiyorsun.
Evet.
Kaldırılmazsa başına bir iş alabilirsin zaten.
Alabilirim, ben onu göze aldım ama.
Henüz bir dava söz konusu değil herhalde.
Hayır ama dolaylı bir kaynaktan şunu öğrendim, genelkurmayın bu kitabı okuduğunu, kitabı dikkate değer bulduklarını, kendi hatalarını görmeye yardımcı olduğunu söylemişler, bu da beni sevindirdi. Hayatımdan deneyimleyerek söyleyeyim: Ben polis şiddetini yazdım. Ben o kitabı yazarken çok ünlü bir gazeteci bana “Sen buna jandarma bölgesindeki ölümleri de koy da başına bir iş gelmesin” diye tavsiyede bulundu. Ben koymadım.
“Genelleştir” dedi yani.
Ben sadece Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu çıktıktan sonraki süreci yazmıştım. 2007-20012 arası. Ve bu kitabı yazdığım için, polis şiddeti hakkında sistematik haber yaptığım için tutuklanmanın eşiğinden döndüm. Bir örgüt davasıyla ilişkilendirilmek istendim.