Karanlıktaki elek
Zehra’nın duyguları ve Özge’nin kelimeleriyle erkenden ununu eleyip, eleğini asmak zorunda kalan Somalı kadınların artık kocalarının ve oğullarının çıkamadığı o maden ocağına hapis yaşantısının kısa bir öyküsü...
Özge KURU
Zehra UZDEMİR
Uyandı. Uyandığında gördüğü ilk şey karanlık oldu. Güneş almazdı evi, o buna pek aldırmazdı aslında. Kahvaltısını yapmak için davrandı, yatağını düzeltti, çevresini derledi toparladı. Bugün misafirler gelecekti.
Mahallenin babasız çocuklarının sünnet düğününe toplaşıp gelenler var ya otobüsle. Bisiklet almışlar çocuklara hani. Kim öğretecek sürmeyi sabilere?
İşte o misafirler. Geldiler. Ortalığın dağınıklığının kusuruna bakmasınlar, karanlığın da. Karanlığın bir kusuru yok aslında. Kusur başka, karanlık başka yerde. İstanbul’da fabrikada işçiymiş hepsi. Ne buralılar ne de aynı memleketten olan iki kişi var aralarında belli. Kaşları, gözleri, dilleri, bana “ana ana” deyişleri hep bir ayrı. Çay içişleri bile benzemiyor; kiminin esirgediği demi bardağından kimi inadına dolduruyor. Şurdaki de şekeri ağzına attı. Birbirlerine bir gece misafirliğe gitmişler midir hiç? Allah razı olsun buraya kalkmış gelmişler.
“Teyzecim… teyzecim… İlaç olmaz ama…” Bana diyormuş. Karanlıktan duyulmuyor ki ne dediği. Elime bir zarf tutuşturdu. Açmamı bekliyor? Bir yüzüme, bir yere, bir zarfa bakışı bundan mı? Açayım diyorum, ayıptır misafire. Elim değil, gözlerim bile gitmiyor zarfın üstüne. Ne çıkacak ki zarftan? Caminin zenginlerinin dağıttığı fitre zarfları bile yeri gelir pazar harcını görür. Ama bundan ne çıkar ki şimdi dünümün yangınına? Komşunun oğullarına mı versem, okuyor çocuk. Yazın madene iner, kışın kitabını öteberisini alır. Kaç gün inmez kuyuya bununla? Veririm yarın anasına. Yine zarfa baktı delikanlı. Açsam mı? Bırak elimi süresim gözümün gördüğünü bile istemiyor içim. Ayıp da oldu misafire.
Şekeri yine ağzına attı adam. Gelinim çaylarını getiriyor, bardaklar karanlıkta neredeyse kayboluyor, eriyor. Böyle dertli konuşuyorum ya asıl geline yanarım ben. Ben unumu eledim, yaşadığımı yaşadım. Kocadım artık, 45 yaşındayım. Gelin daha emzikli. Bebesinin daha dişi çıkmadı. Ben nerde olsa yaparım, kışın sobanın arkasına bir minder atarım yazın kapının önüne. Bir başım var, alır sığdırırım her yere. Ben eleğimi astım, yaşadığımı yaşadım. Kocadım 45 yılda. Gelin napacak onu düşünüyorum. Gelin bu, 20’sinde. Bebeği baba, yüreği koca ister. Ev ister, aş ister, yaşamak ister. Ben eleğimi...
Yarın da keseceklermiş çocukları. İyi oldu bu sünnet işi. Büyüklerin derdi bitmez bari çocuklar eğlensin. Bana da ünlüyorlar, komşunun hayattaymış. Evden haftanın bir günü çıkarım ben yalınız. Toprağını sularım, derlerim toparlarım çevresini.
Kazım Torak
1973-2014
Merhuma Fatiha.
Okurum. Elham derim, amin derim. Kocam diyemem. Niye gittin diyemem. Ben niye kaldım diyemem. Amin derim. Yandakine geçerim, sular derler toparlarım.
Ali Kemal Torak
1999-2014
Merhuma Fatiha
Okurum. Elham derim, amin derim. Ali Kemalim. Sen ne ara büyüdün Alim? Ne ara işçi oldun? Daha kömürlükte duran bisikletinin dört tekerini yeni sökmedi mi baban Alim? Ne ara indin o kuyuya? Ne ara çıkamadın? Bahçeye diktiğin ağaçlar daha kaç kere meyve verdi ki Alim? Kaç? Sen daha ağacını sulayacaktın, ben fidan boylu Alimi. Ağacının yaprakları yeşerdikçe torunlarımı severdim. Sen ağacını, ben torunlarımı büyütürdüm. Ne ara sen buraya Alim…? Derim. Mezarda sövülmez, günahtır. Amin derim. Toprağının karanlığından biraz alır gelirim evime.
Önce babayı verdiler elimize. Öldü dediler. Üzülemedim, oğlumun umuduyla. Oğlum yaşıyor dedim, selametle gelecek evine. Sonra yan yana koydular, karanlık attılar avuç avuç üstlerine. Babasını madene uğurlarken ne ağlardı Alim arkasından bebeyken. Sonra babası ekmek derdine yanına kattı götürdü oğlunu. Karanlığa da böyle yan yana indiler ya baba oğul. Şimdi baba oğul… Alim babasına emanet.
Yüklüsün dediklerinde oğlan olmasın diye çok dua ettim, rabbim günah yazmasın. Oğlan demek madenci demek, arkasından yüreğini karartıp kara gecelerce beklemek demek. Selametle değil helallikle göndermek işe. Kızım olsun da istemedim. Madencinin arkasından bekleyecek değil mi anası gibi. Pişirdiği aşa, böldüğü ekmeğe kömürün karasını katacak değil mi. Kocasının indiği kuyuya, gömmesindi korkusunu kızımın. Anamın eteğinin arkasından babamı titrek sesiyle selametle diyerek gönderip, çok şükür geldin deyişlerini izleyerek büyüdüm ben. Madenci kızıydım, madenci karısı oldum. Madencinin kızıydım da, madenci anası oldum. Madencinin kendisi de, ailesi de gizler kendini. Yüzlerce metre yerin altına indiğindeki o gizlenmişlik yeryüzünde de devam eder. Gizli gizli gurur duyar gelinler madene inen kocalarıyla, içine içine ağlarlar hüzünlerini. Buralarda sünnet olduğunda değil madene girdiğinde erkek olur oğlan çocukları. Askere gittiğinde değil, madene gittiğinde kız verilir gençlere.
“Yok evladım gelemem” dedim, zarfı sokacak bir yer buldum da delikanlı da rahatladı. Karanlığı da alır götürürüm düğüne derneğe? Kalkıyorlar, ziyaretleri bitti. Serinlik içine işlemiş ama yüreğini soğutmamış gözlüklü olanın. Benim evim soğuktur, ellerin evi ısınsın diye. Benim evim oğulsuz, kocasıdır. Karanlıktır. Oğlum mu maden de yatıyor, mezarda ben mi, evde uyuyan kocam mı? Maden evimiz oldu bizim hep şimdi evim o maden.
Gelin bardakları topluyor, sünnete gidecekmiş onu diyor bir yandan da. Gidecek tabi. Hadi ben eleğimi…
Uyudu. Uyuduğunda ilk gördüğü şey karanlık oldu. Ay ışığı düşmezdi evinin duvarına, o da buna pek aldırmazdı aslında.