Türkiye'nin laiklik serüveninde son yolculuğu
Değişik inanç, köken ve kültürlerden oluşan Türkiye toplumu, hak ve özgürlük temelinde ilerleme olanakları daraltılarak, zayıflatılarak, AKP hükümeti eliyle Sünni Müslümanlar ve ötekiler olmak üzere bölünme derinleştirilmiş; imam-cemaat, dini/milli önder-ümmet-kul/asker, emreden şef-itaat eden teba şablonuna uygun bir hizaya getirilme yolunda hayli ilerleme kaydedilmiştir.
Cevriye AYDIN
Türkiye’de egemenlerin politika yapma tarzı, cumhuriyet tarihi boyunca halkı, iki istikamet arasında bir tercih yapmaya zorlama sanatı olagelmiştir. Bu sanatı en başarılı kullananlar, halkı iki karşıt kampa derin uçurumlarla bölmeyi ve bu bölünmeyi her daim diri tutmayı başarabilenler oldu.
Batı yanlısı-batı karşıtı, Müslüman-gavur, dindar-dinsiz, Alevi-Sünni, Türkler-ötekiler (Kürt, Rum, Ermeni vb), Atatürkçü-bağnaz, laik-dinci gibi çoğaltılabilecek; bazen inanç, etnik köken ya da milliyet gibi sosyolojik olgular üzerinden, kimi zaman da yapay olarak yaratılan karşıtlıklar üzerinden oluşturulan bu inançları istismar ‘olanağı’, burjuva politikacıların on yıllardır bitirip tüketemediği engin ve zengin bir alan, yılda dört mevsim hasat alınan verimli bir toprak olagelmiştir.
BÖLME VE YÖNETME GELENEĞİ
Ülkemizdeki halkların bazıları tarihsel geçmişi uzun olan bazıları da güncel, konjonktürel koşullarda öne çıkan farklılık ve zenginlikleri; halk avcısı politikacı takımının, halkı karşıt kamplara bölmek için kullandığı bir araç, sermaye sınıfının din/ kişisel özel kazanç/ sınıf çıkarı birlikteliği içinde halkın ensesinde boza pişirmesinin en kolay yolu olmuştur.
Bu istismar konuları içinde en eski ve egemenler açısından en “kullanışlı” olanı kuşkusuz inançlar üzerinden bölme ve bu bölünme üzerinden gerçekleştirilen yönetme tarzıdır. Bu yönetme tarzının bir yönü de halkın sözle kışkırtmaya itibar etmediği durumlarda Maraş, Çorum, Sivas gibi “dinsel/mezhepsel” çatışma görünümlü katliamları organize etmektir. Böylece bu vahşet üzerinden halk üzerinde yaratılan çok yönlü bir baskılama ile burjuva sınıf egemenliği güçlendirilir.
Suikast ve katliamlarla tahkim edilen bölme ve yönetme geleneği, halka her dönem, demokratikleşme yolunda oluşan bir kaza görüntüsünde sunulmuştur: Aslolan demokrasidir; ama arada böyle parazit yapanlar çıkıyorsa, bunun da çoğu zaman ‘haklı’ nedenleri vardır. Evet, öldürmek ‘şık’ değil ama, karşı taraf da “halkın dini/ milli değerlerini aşağılamıştır!” Ölmeyi hak etmişlerdir. Masum-katiller içinden yargılananların davaları zamanaşımına uğramıştır. Başbakan “milletimize hayırlı olsun” demiştir. Olayına ve dönemine göre aktörler, argümanlar, ‘suçlu’-mağdurlar/ maktüller ile ‘masum’- katiller değişse de zihniyet, açıklama, pratik budur. Bu durum, halkın bağımsız hareketinin/ inisiyatifinin her ne zaman bir gelişme işareti verdiyse, derhal güçlü bir dini gericilik-derin devlet-burjuva siyaseti elbirliğinden oluşan bir dirençle karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Dolayısıyla, “bizim demokrasimiz bize özgüdür!” Bundan öte demokrasi yoktur!
GELENEĞİN GELİŞMİŞ AŞAMASI; AKP
Yakın tarihin bu klasikleşmiş toplumsal siyasal kısır döngüsüne son on küsur yıl içinde katılan başka bir boyut daha var ki, elbette aynı geleneksel yönetme tarzının daha “gelişmiş” bir aşamasına işaret etmektedir. Baskın Sünni dinsel geleneğe yaslanarak iktidar olan AKP, bu geleneğin, laik/ Atatürkçü gelenek ve kamuoyu karşısındaki ezikliğini, çağdışı görünümünü süreç içinde neredeyse silmiştir. Bunu, bir yandan emperyalist kapitalist sistemin entegresyon ihtiyacına cevap vermekte son derece cevval davranarak yapmıştır. Öte yandan, bütün etnik, kültürel, dinsel ve mezhepsel kesimlere umut dağıtmakta hayli hevesli görünerek yapmıştır. Örneğin AB kriterlerine uyum yolunda pek çok yasal ve kurumsal değişikliğe imza atmıştır. Gayrı müslim cemaatlerin daha önce el konulan vakıf mallarının iadesine yönelik adımlar atarak, Kürt sorununda belli adımlar atarak, Alevi toplumun ileri gelenleriyle diyalog geliştirerek vb. laik/ ulusalcı/ Atatürkçü devlet geleneğini bozan hamlelerle umut pompalamaya devam etmiştir.
Bu şekilde destek tabanını genişletmiş ve buradan aldığı güçle, Sünni dinsel söylemleri, İslam dininin toplumsal alandaki buyruklarını günlük politikasına her geçen gün daha çok ve daha güçlü bir şekilde dahil etmiş, politik argümanlar olarak cesaretle dolaşıma sokmuştur. Türbanın okullar ve devlet dairelerinde serbestleştirilmesi, sadece 2013 yılında İmam Hatip liselerinin yüzde 73 gibi yüksek bir oranda çoğaltılması, kadınların örtünmesinden kaç çocuk doğuracağına, kürtaj ve sezaryeni yasaklama girişiminden din derslerinde kız çocuklarına kocalarına nasıl iyi hizmet edeceklerinin öğretilmesine, tekke ve zaviyelerin yeniden açılmasına, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın güncel her politik gelişme hakkında başbakanın veya ilgili bakanın yanında fetvalar vermeyi sistematik bir görev haline getirmesine, “muta nikahı” adıyla fuhuşun adeta serbestleştirilmesine üstü kapalı destek verilmesine, hamile kadınların sokağa çıkmasının “terbiyesizlik” olarak ilanına vb. vb. pek çok dinsel kaynaklı gelenek, yargı, değer ve davranış devlet katında “kamusal” eylem ve görüş beyanı halinde gündelik toplumsal/ siyasal hayata dinsel motiflerle müdahale imkanı bulmuştur. Bu değer-yargı ve davranışlar toplumun gündelik hayatına zerk edilmiştir.
EMREDEN ŞEF İTAAT EDEN TEBA
Kısaca, dün “gericilik”, “gelişme karşıtlığı”, “şeriatçılık” sayılarak suçlanan dinsel söylemler ve eylemler, Atatürkçü gelenek tarafından yasaklanan Sünni sivil-kurumsal-cemaat faaliyetleri bugün Başbakan ve öteki hükümet-parti yetkililerinin şahsında toplumun en tepesinde bizzat seslendirilen, himaye ve teşvik edilen eylem ve davranışlar, değerler olarak ete kemiğe bürünmüştür. Bu şekilde; laiklik her ne kadar Anayasa’da kağıt üzerinde varlığını koruyor olsa da fetvalar, günahlar, dini yasaklar, dini öğüt ve buyruklar gündelik hayatın parçası haline gelerek sosyalleşmiştir. Değişik inanç, köken ve kültürlerden oluşan Türkiye toplumu, hak ve özgürlük temelinde ilerleme olanakları daraltılarak, zayıflatılarak, AKP hükümeti eliyle Sünni Müslümanlar ve ötekiler olmak üzere bölünme derinleştirilmiş, imam-cemaat, dini/milli önder-ümmet-kul/asker, emreden şef-itaat eden teba şablonuna uygun bir hizaya getirilme yolunda hayli ilerleme kaydedilmiştir.
AKP iktidarının cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015 genel seçimlerine giderken yüzünü döndüğü ufuk, laiklik, demokrasi ve özgürlükler ufku değildir. 12 yıllık iktidarının geride bıraktığı pratiğin gelişme çizgisi yine dinsel/geleneksel kısıtlamaların sosyalleştirilmesi ve gündelik hayatın üretiminde başat kriterler haline getirilmesi, Sünni dinsel mahalle baskısının iktidar kuvvetiyle güçlendirilerek gerici kuşatmanın tahkim edilmesi yönündedir.
ŞEYHÜLİSLÂMLIK MİSYONUNUN SÜRDÜRÜCÜSÜ
Diyanet İşleri Başkanlığı
Diyanet İşleri Başkanlığı’na göre “…Türkiye’de din hizmetleri geçmişten günümüze hep bir kamu hizmeti olarak görüle gelmiştir. Osmanlı devleti çoğunluğun dini olan İslam dini ile ilgili işleri olduğu gibi azınlıkların dini işlerini de kamu hizmeti anlayışı içerisinde idare etmiştir.
Osmanlı devletinde İslam dinine dair işler ve Müslümanlara sunulacak din hizmetleri, bir devlet görevlisi olan Şeyhülislam tarafından idare edilmiştir…”
Şeyhülislamlık, vakıflar ve din hizmetlerinin yanında adliye ve eğitim hizmetlerini de yürütüyordu. Tanzimattan sonra Şeyhülislam’ın yetkisi din işleri ve vakıflarla sınırlanmakla birlikte, bugünkü bakanlık yetkisi düzeyindeydi. Hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 tarihinde ise Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.
Yine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açıklamasına göre, “…Cumhuriyetin bir kurumu olmakla birlikte tarihsel kökeni itibarıyla Şeyhülislâmlığa dayanan ve onun geleneksel misyonunu sürdürmek üzere kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, ‘İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek’ şeklinde ifade edilmiştir. Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların görevlilerinin idaresi Başkanlığa verildiği gibi tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan şeyhlerin idaresi de Başkanlığa verilmiştir. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte -AKP tarafından açılmıştır- bunlara dair hususlar Başkanlığın görev alanından çıkarılmıştır…”
Diyanet İşleri’nin sitesinde açıkladığı gibi devlet, İslam hukukunu, hukukun temeli ve kaynağı yapmaktan vazgeçmiştir. Ama, gerek Sünni İslamı benimseyerek ve bu kesimin din işlerini bizzat düzenleyerek, gerekse diğer din ve inançları ayrık tutmak suretiyle kişilerin ve cemaatlerin özel alanında kalması gereken din hayatı doğrudan kontrol eden bir düzenek kurmuştur. Bilindiği gibi Diyanet’in bütçesi 8 bakanlığın bütçesinden daha büyüktür ve 100 bin kişiyi aşan kadrosu ile köy ve kasabadan başlamak üzere sosyal hayatın her biriminde doğrudan örgütlü bir güç halindedir.
DEMOKRASİNİN VAZGEÇİLMEZ BİLEŞENİ
Laiklik, kısaca devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olması demektir.
Laik kelimesi Yunanca ‘laos’ isminden ve ‘laikos’ sıfatından gelir. Latincesi laicus’tur. Laos; halk, kalabalık, kitle demektir ve zıddı kleros’tur. Laikos; halka ait, ruhban olmayan demektir. Laos/kleros karşıtlığı MÖ 3. yüzyılda, din yönetiminde iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır.
Hıristiyanlığın ilk yüzyılından itibaren kilise adamlarına klerikoi (Latince clerici), bunların dışında kalanlara laikoi (Latince laici) denilirdi. Bu adlandırma, ruhani ve cismani bir ikiliğe de işaret eder.
Siyasi gelişmeler içinde laiklik, liberalizmin düşünsel kaynaklarından biridir. Siyasi güç ile dini gücün birbirinden ayrılmasını ifade eder. Laiklik, klasik demokrasinin vazgeçilmez bir bileşenidir. Çağdaşlaşma ve insan hakları ile de sıkı sıkıya bağlı bir kavramdır.
Hukuki tanımlara göreyse, devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır. Devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini kişilerin özel problemi sayar, kendisi devlet olarak hiçbir dini benimsemez, hiçbir dini ayine katılmaz, fakat kişilerin her türlü dini özgürlüğünü kabul eder, güvence altına alır. Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte din adına devlet düzenine yönelik müdahaleleri de önlemekle yükümlüdür.
Buna göre Türkiye Cumhuriyetinin başından itibaren gerçek bir laik devlet olduğunu söylemek zordur.