20 Temmuz 2014 10:04

Nezihe ALTUĞ

Yüzler, sessiz kelimelerdir. Sessizdirler, ama bedenimizin diğer tüm uzuvlarından çok daha fazla esin vericidirler. Bedendeki bu konumu ona fiziki olduğu kadar fizikötesi bir nitelikte kazandırır. Dünyanın ötesinden gelen gizemli bir fısıltıdır yüz. Bu sebepten dolayı hiçbir yüz çıplak değildir; kelimelerle perdelenmiştir.
Cem Kertiş’in Çirkin Çocuklar ve Sevgi Bey adlı öykü kitaplarından sonra T.İş Bankası Yayınlarından Nisan 2014’ çıkardığı üçüncü kitabı ve ilk romanı Yüzümdeki Sen, kitap-roman okurlarını hakkında konuşmaya çağırıyor. Romanın aşk üzerine kurulu yapısı, Adem’in Tanrının buyruğuna uymayıp cennetten kovulmasını geçmiş, gelecek ve şimdi potasında eritmiş.
Modern tüketim toplumu palazlanıp genişledikçe ve sanayileşme bir parazit gibi tüm dünyayı ele geçirdikçe, kadınların ve çocukların da kapitalizmin kurbanı haline geldiğini görüyoruz. Oluşturulan bu ezilenler dünyası ise Yüzümdeki Sen’de de sezdirildiği gibi eril söylemle, yeniden tanımlanan değer yargılarıyla perdelenip üzerine renkli görüntüler düşürülerek gösteriliyor. İnsan yüzünün karanlık yönlerine doğru yolculuğa çıkarken, esasen günümüzdeki sosyo ekonomik sistemler ve kapitalizm, küreselleşme gibi kavramlar üzerine daha fazla düşünmemizi sağlıyor. İyi bir yazar eserinde okuyucuyla arasına hiçbir sınırlama, hiçbir somut öğe koymaz, sadece ipuçlarını sunar, gerisini ise her okur kendi yetisiyle, hayal gücüyle ipuçlarını takip ederek doldurur. Bu kitabı okuduktan sonra hayata ve ilişkilerimize bir kez daha bakacak, hepsinin bize çok daha değişik göründüğünü şaşırarak fark edeceksiniz. Kendi kendini yansıtarak çoğaltan bir roman Yüzümdeki Sen! Ben de bu güzel sebeplerden dolayı kitabın genç yazarı Cem Kertiş ile söyleştim.

Gerçek bir hayaldir, rüya ise gerçek! Alfred Adler, “Bir çocuğun rüya görmüyor oluşunu, içinde bulunduğu durumdan memnun olduğunu, başkalarından tamamen hoşgörülü davranış görme amacına ulaştığını, dünyanın artık kendisi için bir sorun içermediğini gösteriyor” diyor, romanınızdaki rüyalarınızı bu teze dayanarak mı kurguladınız?
Alfred Adler’in bu sözünü ilk defa sizinle öğrendim, oldukça naif bir söz olduğunu düşünüyorum; çünkü en mükemmel koşullarda büyüyen bir çocuğun bile tatmin olmamış dürtüleri, arzuları vardır. Ama çocuk rüyaları daha nettir. Örneğin bir kız çocuğu oyuncakçıda gördüğü bebeğin sahibi olmak istiyorsa onu rüyasında açıkça, olduğu gibi görür, ama biz yetişkinler öyle değiliz. Toplumsal baskı ve yasak sebebiyle arzularımızı çeşitli kılıklara bürürüz, çünkü arzularımız aynı zamanda ‘suçluluğumuz’dur. Yani yetişkinler rüyalarında bile özgür değildir ne yazık ki. Romanımda da bu çeşit rüyalar var ve ben bu rüyaları yazarken, psikoloji bilimiyle çok ilgili biri olarak, bir tez ya da tezler doğrultusunda mı yazdım bilemiyorum. Bence bir sanatçı eserini nasıl oluşturduğunu bilmeden oluşturur. Birçok disiplinle ilgilenir, o disiplinlerden beslenir, hayatın ve insanın içindedir; ama eserini yaparken bütün bir yaşamı ve bilgiyi bilinçsizce süzer.

“Ben doğduğum günden beri tımarhanedeyim. Hayat bir tımarhane evlat, hem de doktoru olmayan bir tımarhane. Burada biz deliler birbirimizi tımarlar dururuz. Bu dünyada, asıl, delirmediysen delisindir. Dert etme, dedi ve kadehini kadehime vurdu.” Kahramanlarınızın hepsi bir ruh üşümesi içerisindeler. Yaşadığımız toplum da böyle üşüyor mu?
Gencin, yaşlının, kadının, erkeğin, çocuğun da adı yok artık. Kimlikler iç içe geçmiş. Geçtiğimiz bayramda çeşit çeşit şeker, çikolata aldım evime. Cebimi bozuklukla doldurdum ve yalnız yaşadığım evimde oturup çocukların kapımı çalmasını bekledim. Kapımı kimse çalmadı. Sokaklarda çocuk cıvıltıları duymak istiyorum; ama çocuklarımız yarış atı gibi sınavlara hazırlanıyor. Onlardan da başarı bekliyoruz hep, birbirimizden beklediğimiz gibi. İş hayatına atılan kadının rolü çeşitlendi fazlalaştı; işçi olmak zorunda, anne olmak zorunda, güzel olmak zorunda… Kariyer peşinde gençliğini tüketen gençlerin de adı yok. Evet, sizin çok güzel dile getirdiğiniz gibi toplumsal olarak bir ruh üşümesi içinde olduğumuzu düşünüyorum.

Romanda canlanan dünya ya da bizim okurken kendimizi içinde bulduğumuz dünya; ne kadar yaşadığınız dünyadır. Hayalinizin şehri bu değil mi? O şehirdeki kahramanlarınız burjuva dışı (karşıtı) bir kişilik mi sergiliyor?

Gerçek, güzel ve katlanılır olsaydı sanat diye bir şey olmazdı sanırım. Romanın kurduğu dünya yaşadığımız dünyaya ne kadar uzaktır? Hepimiz bu dünyada sevişiyoruz, didişiyoruz, çalışıyoruz, ölüp, öldürüyoruz; ama roman ya da diğer sanatlar bu dünyadan beslenseler de kendi dünyalarını da kurarlar, kurmalıdırlar. Şöyle bir örnekle sorunuzu daha iyi yanıtlamak isterim: Bir çocuk annesi ve babasının vasıtasıyla var olur; ama onlardan başkadır da. İşte sanat da böyledir bütün besinini bu somut ve gerçek dünyadan alır; ama kendine ait özgün, biricik bir gerçekliği de vardır. Kahramanlarıma gelince, burjuva ilişkileri benimsemiş kahramanlarım da var; ama diğer taraftan o ilişkilerden tiksinerek kaçan ya da kaçmaya çalışan kahramanlarım da var.

Romanın esas kahramanı Sinan’a gelelim. Onun bir erkek olması değil, nasıl bir erkek olduğuyla ilgili ciddi bir baskıyı çok iyi anlatmışsınız romanınızda. Sinan, bu anlamda kendine ait ne tür bir çelişkiyi içinde barındırıyor?

Kendisi olmak isteyen insanın çığlığıdır Sinan. Elbette sistemle barışık değildir. Onunla ölüm kalım savaşını sürdürür, kimi zaman yalnız kimi zaman diğer yalnızlarla. Toplumun ona dayattığı erkek kimliğini reddederken bazen de normal olana, ona öğretilene doğru kayar, savrulur elbet. Peki, erkek olmak ne demektir? Kaslı bir vücuda, iyi bir kariyere, güzel bir kadına, pahalı bir arabaya sahip olunca mı erkek olunuyor? Sadece erkek olmayı değil elbet insan olmayı ya da olamamayı da sorgulamaya çalıştım.

Romanının hiçbir yerinde gerçekle rüyaya ya da gerçekle hayale farklı ya da zıt şeyler olarak bakılmamaktadır. Biz okurlara gerçeklik bir duygu gibi mi görülmelidir? Demek istediğiniz bu mu?

Büyük usta Tolstoy’a Anna Karenina’da ne anlatmak istiyorsun diye sormuşlar. O da baştan sona okumak lazım demiş. Ben yine de sorunuza bir başka ustanın, Shakespeare’in dizeleriyle cevap vereyim, “Rüyaların yapıldığı maddedeniz biz ve uykuyla çevrilidir küçük hayatlarımız.”

Hiçbirimiz bu kan ve çürümüşlük kokusunun yatak odalarımıza kadar daldığının sevişmelerimizin içine sızdığının, o sevişmeleri doğrayıp pörsüttüğünün bilincinde değildik; acı müthiş bir acı mı duyuyordunuz yüzünüzü değiştirmekle?
Sevgili editörüm Rûken Kızıler beni yayın evine davet etmişti. İlk defa orada tanıştık; el sıkıştıktan sonra, “Yüzünüzü kesmediğinize sevindim,” demişti gülümseyerek. Roman kahramanının yazarla özdeşleştirilmesi o romanın samimi ve güzel olduğunu gösterir bence. Bu yüzden sorunuza sevindim. Siz beni tanıyorsunuz, ben yüzümü hiç kesmedim. Ama kahramanım Sinan, elbette müthiş bir acı duyuyordu ve özgür olmak istiyordu. Evet, çürümüşlük sevişmelerimize kadar sızdı. Çağımız yalnızlığın çağıdır, çünkü sevişirken bile yalnızız. Belki de ben çok karamsarım, bilemiyorum.

Dik kafalı Sinan! Yüzleri okumaya kalkışır ve kendi yüzünü yitirmeyi göze alır. Burada bize herkesin bir gün gelip yüzünü sildiğini fark edin mi diyorsunuz?
Yüz dediğimiz, insanın sadece biyolojik ya da gensel yapısından kaynaklanan bir şey değil. Bir baba tokadı, öfkeli bir anne bakışı, dost bildiğimizin kötülüğü, sevdiklerimizin kaybı ya da bir aşk acısı gelir mimiklerimize, gözlerimize, kısaca yüzümüze siner. Yüz dediğimiz yalnızca etten ve kemikten oluşmaz, duygudan da oluşur. Bazen acı öylesine birikir ki insan yüzünü silmek zorunda da kalabilir tabii.

‘HADİ GELİN ÜRETKEN YALNIZLIKLARA KADEH KALDIRALIM’
“Yalnızlar Meyhanesi’nde müşteriler her zaman bir şeyler için kadeh kaldırır, kendini göstermek isteyen kadınların şuh kahkahaları hep yankılanır meyhanenin duvarlarında, ama bu defa farklıydı; bir gün gelir de insanların neşesini kıskanırım diye hiç düşünmemiştim” diyen Sinan için yalnızlık nedir, ne anlama gelir?
Yalnızlık Sinan için ne demektir? İnanın bunu ben de tam olarak bilmiyorum. Yine de şunları soruyorum kendime. Yalnızlık kural mıdır? Yoksa biz insanların kendi eliyle meydana getirdiği bozuk yaşantının sonucu mudur? İkinci soruma evet, birinci soruma ise hayır diyorum. Şunu da belirtmekte yarar var ki, yalnızlık gereklidir de. Bu kitabı yalnızlığıma adadım, çünkü ben ürettiğim her şeyi yalnızlığıma borçluyum. Üretmek ve yaşama bir şeyler katmak isteyen insanın en çok da ihtiyaç duyduğu şeydir yalnızlık. Hadi gelin üretken yalnızlıklara kadeh kaldıralım. Paylaşmak istediğinizde, oyun oynamak, sevmek, sevilmek dertleşmek, gülüşmek istediğinizde kimse yoksa üzücü olan bu, yalnızlığın acı tarafı.

“İnsanın önünde hâlihazırda bulunan görünenden çok, o görünenin arkasındakini arama belki de yaratma takıntısının yaşamı sefilleştirdiğini bilmeyen birçok insan gibi uzun uzun baktım her birine,” dediniz Yüzümdeki Sen’in bir yerinde. Ne gördünüz?
Benimle yazarın başkahramanı Sinan’ı özdeşleştirmeniz gerçekten çok sevimli. Yine de bu satırlar için konuşmam gerekirse, evet biz insanlar yaşamı yaşamak yerine yaşamın arkasına uhrevi şeyler koyuyoruz. Hâlbuki acısıyla tatlısıyla yaşamın içindeyiz. Onu tatmak onunla yoğrulmak yerine soyut gerçeklikler uydurup onu sefilleştiriyoruz. Geçmişiyle, şimdisiyle, geleceğiyle yaşam yaşanmalıdır diye düşünüyorum. Bir de ölümü çokça unutuyoruz. Hani bazen bir iç sıkıntısı çekeriz, nedensizdir. Bence o iç sıkıntısı kılığında bizim kapımızı çalan ölüm gerçeğidir. Duymazlıktan geliriz genellikle. Televizyonu açarak, arkadaşların arasına karışarak ya da içkiler içerek duymazlıktan geliriz. Oysa o sıkıntı bize hayatın çok kısa olduğunu söyler, vaktini boşa harcama der. Demem o ki hayatım biricik; etim toprağa, sesim başkalarına aksa da bir başka söyleyişse dönüşerek doğaya karışsam da ölen yine de benim. Öldüğümde ben öleceğim. Bu yüzden yaşamı yaşamalıyız ve ona sahip çıkmalıyız.

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Kamuda işçiden gizli pazarlık

Kamuda işçiden gizli pazarlık

Türk-İş ve Hak-İş’in üç genel başkan yardımcısı, 600 bin işçiyi kapsayan kamu toplu sözleşme görüşmeleri için önümüzdeki hafta Çalışma Bakanlığına sunmak üzere zam talebini belirledi. Ancak zam oranı açıklanmadı. Pazarlığı yapılacak rakamdan haberi olmayan işçiler tepkili: “Neyi kimden gizliyorsunuz, taslağı açıklayın.”

22 bin 131 TL Türk-İş'in belirlediği açlık sınırı

72 bin TL Türk-İş'in belirlediği yoksulluk sınırı

30 bin TL Kamu işçisinin ortalama ücreti

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen'in tutukluluğuna yapılan itiraz "kaçma şüphesi" gerekçesiyle reddedildi.

Evrensel'i Takip Et