Pasaport, IŞİD ve Türkiye: 10 soru 10 cevap
Arif KOŞAR
Kobane’ye IŞİD saldırısı sırasında öldürülen bir IŞİD militanının pasaportundaki Türkiye mührü; hem Suriye’deki iç savaş hem de Rojava’ya yönelik IŞİD saldırılarının üzerindeki Türkiye mührü olarak okunabilir.
Tunuslu Bader el-Din, 17 Şubat’ta Tunus’tan ayrılıp aynı gün Türkiye’ye Atatürk Havalimanından giriş yaptığında, belki de hayatında hiç görmediği ve dilini bilmediği bir ülkeye adımını atmıştı. İstanbul’da, yüzlerce yıl ‘halife’nin saltanat sürdüğü bu şehir için ne düşünmüştür, bilemeyiz. Yalnızca Cihadçı Selefiliğin, “İslama ihanet etmiş hükümetlere” öfkesi ve “Şii kafirleri” öldürmek üzere hıncını tahmin edebiliriz. Ancak, bu kadarı Tunus’tan yola çıkıp Suriye’ye ulaşmak için yeterli değil.
Bader el-Din, hayatında ilk defa geldiği ‘hilafet’ şehrinden Suriye’ye nasıl geçti?
Güney’e, mesela Hatay’a gidip Cilvegözü sınır kapısından Kuzey Suriye topraklarına girmiş olabilir. Ya da Kobane’nin hemen Batısındaki Ziyaret köyüne geçişi sağlayan sınır kapısından. Olmadı, sınırın herhangi bir bölgesinden ‘uygun’ bir biçim bularak. Ancak Bader el-Din’in hiç bilmediği bir ülkeye gidip neredeyse en kuzeyinden en güneyine varıp, üstüne bir de sınırı geçebilmesi bireysel yetenekleri aşan bir organizasyonu gerektirir.
İşte bu organizasyonlardan birinin, Gayri Nizami Harp eğitimi de dahil olmak üzere kontrgerilla eğitimleri veren, hükümetle anlaşması olan bir şirket tarafından yapıldığı daha 2012 yılında çıkan haberlerle basına yansımıştı. Şirketin internet sitesinde Gayri Nizami Harp eğitimi verildiği açık açık yazıyordu. Bu yansıyanı. El Kaideli militanların “sora sora Bağdat bulunur” misali Suriye’ye gitmelerinin mümkün olmadığı gün gibi açık zaten.
Bir tane örnek; hükümete yöneltilen binlerce radikal İslamcı teröristin İstanbul’da havaalanına inip Suriye’ye geçirildiği eleştirisini doğrular mı?
Birkaç gün önce Tunus’un Şuruk Gazetesinde çıkan bir haber; Tunus Terörle Mücadele Birimlerinin ‘cihat’ adı altında Tunuslu gençleri örgütleyip İstanbul üzerinden Suriye’ye gönderen, içinde Türkiyelilerin de bulunduğu bir şebekenin çökertildiğini duyurmuştu.
McClatcyDC’den Nancy Youssef’in Libya’da Bingazi havaalanında çalışan ve ismini vermek istemeyen 3 yetkiliye dayandırdığı haberinde; her hafta onlarca Suriyelinin Libya’ya gelip Ensar el-Şeriat örgütünün kamplarında savaş eğitimi aldığı ve Türkiye üzerinden tekrar Suriye’ye girdiğini açıklamıştı. NATO’nun Libya işgalinin ardından Kaddafi’ye karşı savaşan radikal İslamcı çetelerin burada ele geçirdikleri silahları, Mali’de, Nijerya’da ve başkaca Afrika ülkelerinde kullandığı gizli saklı değil. Bu silahların bir bölümünün de Türkiye üzerinden Suriye’ye götürüldüğü Batı basınında ayrıntılarıyla yer almıştı.
Henüz suça karışmamış ve ‘masum’ insanların her dünya vatandaşı gibi İstanbul’a gelebilmesi olağan değil mi? Türkiye’nin savaşa doğrudan dahlini gösterir mi?
Tabi buna ilişkin onlarca kanıt gösterilebilir. Radikal İslamcı militanların Türkiye’deki keyfekeder halleri, sınırlardan rahatça girip çıkmaları, Türkiye’de tedavi edilmeleri, MİT’in tır tır verdiği silahlar vb.
Seymour Hersh’in dünya gündemine oturan makalesi ise Türkiye’nin uluslararası bir müdahaleyi sağlamak üzere yaptığı numaraları ve Türkiye’nin ‘yasak aşk’ına ‘gizli’ yardımlarını ABD istihbaratına dayanarak net bir şekilde anlatıyor. Sadece muhaliflerin elindeki sarin gazına ilişkin iddiaların olduğu bölümü hatırlatmak yeterli: “‘Savunma İstihbarat Örgütü ve diğer istihbarat birimleri, yüksek komutanlarımıza, sarinin Türkiye tarafından temin edildiğini ve yalnızca Türk desteğiyle elde edilebileceğini söylediler. Türkler, sarin üretimi ve kullanımı konularında da eğitim verdiler.’ Bu değerlendirmeyi destekleyen birçok unsur, saldırının hemen ardından kesintiye uğrayan konuşmalar üzerinden, Türklerin kendisinden geliyordu. ‘Temel kanıt, saldırı sonrasında Türk yetkililerde görülen memnuniyet ve bir araya gelişlerde gözlenen karşılıklı övgülerdi. Operasyonlar, planlama aşamasındayken her zaman son derece gizli tutulurlar, ancak iş kibirlenmeye geldiği zaman her şey pencereden uçup gider. Faillerin başarı için övgü dilenmesinden daha acınası bir şey yoktur.’ Erdoğan’ın Suriye’de yaşadığı sorunlar yakın bir zaman içinde sona ermeyecek: Gazı at, Obama kırmızı çizgi aşıldı desin ve ABD, Suriye’ye saldırsın. En azından düşünceleri buydu, fakat plan o şekilde ilerlemedi.”
İyi el-Kaide kötü el-Kaide mi?
Hükümet, şimdi, -rehineleri de bahane ederek- uygun bir uslüpla “IŞİD’e hiçbir destek söz konusu değil” diyebilir. Rojava hesaplarını, sınırdaki kolaylıkları vb. bir kenara bıraktığımızda, teknik olarak da doğru. Çünkü Türkiye, belli bir noktadan sonra silah ve lojistik desteğini esas olarak IŞİD dışındaki terör örgütlerine yaptı.
Ancak, IŞİD ve Nusra Cephesi arasında silahlı çatışmalar başlamadan önce hükümet ayrım gözetmeksizin Selefi terör örgütlerine her türlü askeri ve lojistik desteği sundu. Bunlar arasında IŞİD başta geliyordu. IŞİD ile diğer Selefi gruplar arasında çatışmalar başladığında ise, Türkiye, el Kaide Lideri Zevahiri’nin örgütün Suriye kolu olarak tanımladığı Nusra Cephesi’ni açık bir biçimde destekledi. Yenişafak gibi gazetelerin bu çatışmalar sırasında, IŞİD’e karşı Nusra Cephesi’ne nasıl övgüler düzdüğü, bunun da hükümetten gayrı olmadığı hatırlanabilir.
Öyle ki, IŞİD’in Musul’u işgalinin ardından “IŞİD kafa kesiyor” derken diğer terör örgütleri sanki masummuş gibi bir atmosfer ortaya çıkmıştı. Oysa birincisi; daha bir yıl önce el Kaide’nin ilişkisini reddettiği “kafa kesen bir terör örgütü” IŞİD, diğeri el Kaide’nin Suriye kolu ve “kafa kesen terör örgütü” Nusra Cephesi…
IŞİD’i diğer radikal İslamcı örgütlerden ayıran şey nedir?
El Kaide 11 Eylül saldırısıyla büyük bir ün kazanıp marka halini alınca dünyanın dört bir yanındaki cihatçı gruplar el Kaide patentini kullanmaya başladı. Faik Bulut’un ifadesiyle, “El Kaide ‘anaç örgüt’tür ve daha ağırdan almak durumundadır. Oysa bu yerel ‘yavru örgütler’ hem çok radikal hem de son derece bağnazdırlar. Deyim yerindeyse anaç örgütün ‘sağının sağında bir yerde’ duruyorlar.”
ABD’nin Irak işgalinin ardından el Kaide’nin strateji ve vurgusunda da bir dönüşüm süreci başladı. “Dünyanın neresinde olursa olsunlar, Yahudi ve Hıristiyanlarla aktif mücadele” stratejik söylemi giderek değişti. Daha somut hedeflere yapılan vurgu arttı: “Bazı Müslümanların canına mal olsa ve bazılarının öldürülmeleri kaçınılmaz olsa bile, bir İslam devletinin kurulması için mutlaka ölesiye gayret gösterilmelidir.” Sloganın çıkış yeri Irak’tır. IŞİD önceki ismiyle Irak İslam Devleti de bu sloganın somut karşılığıydı. Ele geçirdiği bölgelerde katı şeriat kuralları uygulayan ve halka ölüm cezaları yağdıran örgüt, bir süre sonra yerel Sünni aşiretlerle karşı karşıya geldi. ABD ve Irak hükümetinin de desteğini alan ‘Uyanış Alayları’ adındaki Sünni aşiret milisleri Irak İslam Devleti ile çatışarak bu bölgelerden kovdu. Örgüt 2010 yılında Irak’ta gücünü büyük ölçüde kaybetmişti. Yeniden bir çıkış yapması ve güçlenmesi, ancak Suriye savaşına katılımıyla, bölge ülkelerinden aldığı finansal, askeri ve lojistik destekle oldu. Ama şu söylenebilir ki; El Kaide’nin “bulunduğun ülkede İslam devleti kurma” stratejisini, en somut ve hızla uygulayan örgüt olması; IŞİD’i diğer cihadçı Selefi örgütlerden bir adım daha öne çıkaran etken oldu.
IŞİD’in diğer radikal İslamcı örgütlerle ortak yönü nedir?
Cihadçı Selefidirler. İnanç konularına aklın karıştırılmasını kesin olarak reddeder. (Kur’an’dan) Mutlak nakle inanırlar. Görüşlerini esas olarak 14. yüzyıl İslam düşünürü İbn-i Teymiyye’ye dayandırırlar. İslam’ın ilk üç kuşağındaki yaşam ve ilkelerin bizzat ve doğrudan uygulanması gerektiğini savunurlar.
Suudi Arabistan’da resmi mezhep Vahabilikle yakın ilişkileri bulunan gelenekçi Selefiliğin daha reformcu ve boykotçu yaklaşımının aksine cihadçı Selefiliğin genel görüşleri şöyle özetlenebilir: Hükümdar dine aykırı hareket etmiş ve ‘kafirleşmişse’ ona isyan etmek, devirmek ve suikast farzdır. Demokrasi ve seçimler, diğer modern uygulamalar Batı ve Hıristiyan icadı olup saldırılmalıdır. Müslüman olmayanlara yaklaşım; “Elinde silah bulunmasa ve savaşçı olmasa bile, kafir düşman derhal öldürülmelidir. Çünkü böyle birisi, sivil olmasına rağmen düşmana vergi ödüyor ve bize silah çekenleri destekliyor” biçimindedir.
IŞİD, Ortadoğu’da ne yapıyor, neyi amaçlıyor?
Irak el Kaidesi olarak kurulan IŞİD, Suriye savaşıyla birlikte hızla büyüdü. Adı Irak İslam Devleti iken Lideri Ebubekir el-Bağdadi, 8 Nisan 2013’te Suriye’deki gücünü de göz önünde bulundurarak Suriye el Kaide’si olarak tanımlanan Nusra Cephesi ile birleştiğini ilan etti ve Irak-Şam İslam Devleti adını aldı. Ancak bu tek taraflı birleşme ilanı Nusra Cephesi Lideri Ebu Muhammed Colani’nin itirazı ile karşılaştı. El Kaide Lideri Zevahiri de önce IŞİD’in örgütün Irak kolu olduğunu ilan etti, ardından da ilişkinin kesildiğini söyledi. IŞİD geleneksel Irak ve Şam coğrafyası üzerinde şeriat ilkelerine dayanan bir İslam Devleti kurmayı amaçlıyor. Ele geçirdiği bölgelerde emirlikler ilan ederek şeriat ilkelerini derhal uygularken, bu ilkelere uymayanlara ve Şiilere ölüm saçıyor. Batı Kürdistan (Rojava) toprakları da bu hedef bölge içinde yer alıyor.
IŞİD’in bu kadar güçlenmesi karşısında ABD ve batı neden bu kadar sessiz?
İki tez öne çıkıyor. Birincisi; ABD, en azından son 5 yıldır, Irak ve Afganistan deneyiminin ardından Ortadoğu’daki müdahalelerini doğrudan kendisi değil işbirlikçileri ve bölge hükümetleri üzerinden organize ediyor. Bu nedenle IŞİD’e karşı savaşan Irak ordusuna, ABD’nin desteği, istihbaratla sınırlı düzeyde kaldı. İkinci tez; ABD, İran’la yakın ilişkiler kuran, Çin’le büyük iktisadi projelere imza atan Maliki’nin yönettiği bir Irak’tan rahatsız. Sunni bölgelerde, eski Saddamcılar ve Sunni aşiretlerle ittifak halindeki IŞİD hakimiyeti Maliki’nin yerine daha ılımlı ve (ABD’yi) ‘kapsayıcı’ bir Irak hükümetini gündeme getirebilir. ABD de IŞİD’e karşı hayırhah bir tutumla Maliki’yi köşeye sıkıştırma hamlesi yapıyor. ABD içinde bu iki tezin de savunucuları olduğu söylenebilir. Zaten iki yaklaşım birbiriyle çelişki halinde değil. Bunlara bir üçüncü tez de eklenebilir: ABD’nin görünüşteki itirazlarına rağmen Maliki egemenliğindeki Irak yerine üçe bölünmüş Irak’ı tercih ettiği.
IŞİD neden Kobani’yi hedef aldı?
Yeni değil. Rojava’da Kürtler özerk yönetimi kurduğundan beri Selefi terör örgütlerinin saldırısı altında. IŞİD’in Musul işgalinin ardından ele geçirdiği silahlar Rojava’ya daha kapsamlı bir saldırının da kapısını araladı. Diğer yandan, çokça söylendiği gibi, Kobani, 3 tarafı IŞİD’le çevrili bir yarım ada gibi. Dördüncü taraf da YPG’ye düşman IŞİD’e dost Türkiye’nin kontrolünde. Fehim Taştekin’in ayrıntılı analizlerinde tespit ettiği gibi IŞİD, Türkiye sınırında kontrol ettiği iki noktaya ulaşabilmek için 250 km’lik Kobani çevresini dolaşmak zorunda. Yani Kobani IŞİD’in kontrol ettiği bölgenin tam ortasında kalıyor.
İkincisi; Ortadoğu’nun en demokratik ve tüm halklara söz hakkı sağlayan iktidarı Rojava…Ortaçağ tutuculuğunu benimseyen Selefi örgütler için bu bölge ‘radikal’ bir Batı/Hıristiyan komplosu. Derhal yok edilmeli!
Bazı İslamcı örgütler neden IŞİD’e biat ediyor?
El Kaide’nin 11 Eylül saldırısının ardından dünyanın birçok yerindeki küçük bölgesel gruplar, “küresel cihat davası”na katılabilmek için el Kaide patentini ve onun ölçütlerini kullanmaya başladı. Yerel örgütlerle ilişkide belli bir hiyerarşi bulunsa da “üzüm salkımı” ya da “ağ”a biçiminde yatay ve gevşek örgütlenme esas oldu. El Kaide bu açıdan cihadçı terörist bir ‘fikirsel havuz’ düzeneği haline geldi. Bu gevşek bağın; güç ve sansasyonel eylemlere tabi olduğu açık. Bu nedenle bazı şeriatçı örgütlerin, Musul ve bölgedeki ‘başarı’sı nedeniyle IŞİD Lideri Bağdadi’ye biat etmeleri; bu örgütler arasındaki ilişkinin doğasına uygundur.
Evrensel'i Takip Et