Çocukluğum öldü sanki…
Fatih’teki küçük dünyamızdan her çıkışımızda benim küçük kalbim Beşiktaş diye atardı. Beşiktaş, evimizin duvarlarını süsleyen posterlerdeki, gazete kupürlerindeki rüyanın gerçek olduğu yerdi. İnönü’yü, Fulya’yı, Akaretler’i bile demiyorum, Kazan’ın yanındaki şimdi banka şubesi olan Cafe Corner’ın içindeki imzalı futbolcu fotoğrafları bile yeterdi benim ayaklarımı yerden kesmeye. Geri dönüp baktığım zaman en sevindiğim şey, benim çocukluğumun Beşiktaş’ının Seba’nın Beşiktaş’ı olması galiba…“Benim tuttuğum Beşiktaş gitti, ben Beşiktaşsız kaldım.”
Dağhan IRAK
Beni eskiden beri tanıyanlar alışkanlıkla “sen Beşiktaşlısındır” diye söze giriyorlar.
“Hayır” diyorum, “Ben Beşiktaşsızım.”
“Benim tuttuğum Beşiktaş gitti, ben Beşiktaşsız kaldım.”
Biz Fatihliyiz. Dedemler neresinden baksan 70 sene önce gelmişler Diyarbakır’dan. Dedem, futbolcu olmakla memur olmak arasındaki kararı ikincisinden yana verdikten sonra. Fatih hem Beşiktaş’a yakın, hem de dedem oynadığı takım siyah-beyaz renkli diye Beşiktaşlılığa. Beşiktaşlı Ali Haydar Bey’le Rüştiye Hanım’ın en küçük kızı Nesrin’in küçük oğlu olarak dünyaya geliyorum ben de Fatih’te.
Şimdi nasıl bilmiyorum, Fatih’e gitmiyorum uzun süredir. Ben çocukken, Fatih’te en büyük eğlencemiz 28’e binip Beşiktaş’a gitmekti. Taksim’e gitmek daha büyük olaydı, ki oraya gitmek için yine önce Beşiktaş’a gitmek gerekirdi. Yani her güzel günün yolu illâ Beşiktaş’tan geçerdi.
Fatih’teki küçük dünyamızdan her çıkışımızda benim küçük kalbim Beşiktaş diye atardı. Beşiktaş, evimizin duvarlarını süsleyen posterlerdeki, gazete kupürlerindeki rüyanın gerçek olduğu yerdi. İnönü’yü, Fulya’yı, Akaretler’i bile demiyorum, Kazan’ın yanındaki şimdi banka şubesi olan Cafe Corner’ın içindeki imzalı futbolcu fotoğrafları bile yeterdi benim ayaklarımı yerden kesmeye.
Geri dönüp baktığım zaman en sevindiğim şey, benim çocukluğumun Beşiktaş’ının Seba’nın Beşiktaş’ı olması galiba…
Süleyman Seba zamanının Beşiktaş’ı, küçük sevinçlerin ama büyük sevgilerin Beşiktaş’ıydı. Belki zincir mağazalarda satılan pahalı formalarımız, kombine biletlerimiz, hatta maça gidince oturacak koltuğumuz yoktu; ama o semtteki her dükkanda, her sokakta, her köşe başında aynı samimi ve mütevazı sevginin yaşanacağını bilirdik. Derdimiz “Fener’den Galatasaray’dan kimi kaparız?” değildi, kaptan Rıza futbolcuları temsilen Seba’yla görüştüğünde işler yolundaysa, sıkıntı yoktu zaten. Beşiktaş’ı Beşiktaş yapan transferler değil, Serpil Hamdilerin elinden çıkanlarla dışarıdan geldiğinde semtin adabına uymayı bilenlerdi.
Benim çocukluğumda kazanmak her şey demek değildi. Kaybettiğinde daha az, kazandığında daha fazla olmayacağını bilmek demekti. Galiba biz Seba’dan en çok bunu öğrendik.
Süleyman Seba, bana ezbere sayabildiğim ve her üyesini ayrı sevdiğim bir takım; her sokağını, her dükkanını ayrı ayrı bildiğim bir semt verdi.
Tribünlerde “Ahmet Dursun, Seba gitsin” tezahüratları, Akaretler’de iş makinası sesleri duyulduğunda biz o Beşiktaş’ı kaybettik. “Elveda Lenin” filminde Alex’in annesine yarattığı gibi biz de kendimize çöpte bulduğumuz turşu kavanozlarından sahte bir eski Beşiktaş inşa etmeye kalktık ama nafile. “Feda” giyilen tişörtlerde değil, tişörtlerin altındaki kalplerde yazılı olduğu zamanlar anlam ifade ediyordu.
En son 9 Kasım 2007’de bir Beşiktaş maçına gittim. Beşiktaşlı olduğum son gün odur, daha doğrusu Beşiktaşsız kaldığımı fark ettiğim ilk gün. Hani şu 8-0’lık Liverpool maçından sonraki maç, yönetimin sözüm ona PAF takımla çıkacağı maç. Hani Beşiktaş taraftarının bizi Beşiktaşsız bırakanlardan hesap sorup, ertesi günü elinde çiçekle özür dilemeye gittiği maç. Artık kulüp de yok, semt de yok. Hayatımın yirmi yıllık bir kısmının her gününün geçtiği Beşiktaş’ı kaybettim. Hep beraber kaybettik.
Şimdi o güzel günlerin en önemli parçasını da yitirdik.
Seba ölünce, çocukluğumun, çocukluğumuzun son parçası da öldü sanki.
Yitip giden şu hayatta, iyice yalnız kaldık.