Çankaya yokuşunda nefes nefese bir ‘gençlik’
Türkiye, ‘fırtına’ gibi geçen son 14 ayın ardından, ikinci seçimi de geride bıraktı ve bu 14 ay boyunca siyasal gündemin en çok konuşulan ismi, cumhurbaşkanı seçildi. Ancak bu seçim ‘zaferi’nin, bundan 14 ay önce hayal edilen ‘mutlak zafer’le hiçbir benzerliği yok elbette.
Hakkı ÖZDAL
Türkiye, ‘fırtına’ gibi geçen son 14 ayın ardından, ikinci seçimi de geride bıraktı ve bu 14 ay boyunca siyasal gündemin en çok konuşulan ismi, cumhurbaşkanı seçildi. Ancak bu seçim ‘zaferi’nin, bundan 14 ay önce hayal edilen ‘mutlak zafer’le hiçbir benzerliği yok elbette.
Öncelikle bu, AKP siyaset tarzının en önemli söylem araçlarından olan ‘sayılar’ dünyası açısından bir zafer değil. Biri, kendisini ‘ortak muhalefet blokunun tarafsız çatısı’ olarak tarif edip aday gösterdikten sonra destekçileri ortadan kaybolmuş, yapayalnız bırakılmış; diğeri, arkasında en dinamik ve genç, en içten aktivist kitle olmasına rağmen, tüm maddi gücü sadece halk kitlelerinin sınırlı olanaklarının seferber edilmesiyle oluşmuş ve bu haliyle ‘tek ayakla koşan bir atlet’ durumunda olan iki rakibe karşı alınmış seçim galibiyeti, bir zafer duygusu yaratmıyor olsa gerek.
ERDOĞAN ‘KENDİSİYLE’ YARIŞTI
Ekmel Bey’in kendisi için aktif siyaset yapacak, sahayı tanıyan, meydanları dolduran, gövde gösterileri tertipleyen kalabalıkları yoktu. Kimi zaman yandaş gazetecilerin edep ve akıl sınırlarını zorlayan provokasyonlarına bile maruz kaldığı dar salon toplantıları; acemiliğinin ve kılavuzsuz bırakılmasının da etkisiyle sık sık ‘kazaya’ uğradığı sokak temaslarından ibaret; heyecan ve iddiadan, tutarlı bir söylemden ve klişelerin ötesinde sahici siyasal tezlerden yoksun kampanyası önemli bir rakip değildi.
Heyecanlı kalabalıklara; halkın dikkatini çekmek açısından büyük avantaj yaratan donanımlar olarak, katmanlı bir zekayla rafine bir mizah duygusuna ve tüm adaylar arasında tek gerçek politik söyleme sahip olan Demirtaş ise, en indirgenmiş haliyle söylersek, ‘para’dan yoksundu.
Tepesinde devlet uçaklarının uçtuğu, kasasını ‘ihale dostlukları’nın fonladığı; benzeri 12 Eylül sonrasında Kenan Evren’i yüzde 90’ı aşkın oyla ‘seçilmiş ilk cumhurbaşkanı’ haline getiren sözde referandum sırasında bile görülmemiş boğuculukta bir medya markajıyla desteklenmiş ‘Milletin Adamı’ kampanyası ise, bu eşitsiz yarışta, bu ‘file karşı tavşan’ güreşinde, rakiplerin sıkleti gözetilerek kurulmamıştı. Bütün bu gürültü, televizyon ekranlarının işgalinden anket şirketlerinin ‘son hafta’ şikesine kadar, kara bir dantel gibi örülmüş bütün bu muhasara planı; onu ‘satın alan’ adayın, rakiplerine karşı değil, kendi kötü şöhretine karşı giriştiği bir mücadele planı olarak düşünülmüş ve bu yüzden o kadar hormonlanmıştı. Tüm sineklerin balyozla öldürüleceği bir savaş planı! Ama bütün bu eşitsizliğe ve hormonlu efora rağmen elde edilen ‘kıl payı’ galibiyet, dayandığı tüccar sınıfın genlerine işlemiş olan, ‘hesap makinesi ve kerrat cetveli’ ile konuşma alışkanlığı için çok zayıf bir kaynak oluşturuyor.
AKP’NİN ‘DOĞUM’, İÇ KRİZİNİN ‘VAFTİZ’ GÜNÜ
İkinci olarak bu, moral olarak da bir zafer değil. Seçim sonuçlarının kesinleşmesi üzerinden 12 saat bile geçmemişken doğumu gerçekleşen, ama gerçekte aylardır sancılı bir gebelikle taşınan ‘parti içi’ kriz de bu moralsizlikten besleniyor. Erdoğan da, ona en sadık müttefikleri de, onunla ya da ondan geriye kalanlarla rekabet etmeye hazırlanan içerdeki rakipleri de, ortada tüm belirsizlikleri silen bir zafer olmadığını biliyor. Elde edilen ‘başarı’lara rağmen, yorucu ve yıpratıcı, dahası ‘deşifre edici’ bir 14 ayın üstüne, yaratılan bu illüzyonun arkasındaki belirsiz geleceği hiç değilse ‘sezen’ kadroların moral gücü; insani ilişkiler düzeyinde derhal baş göstermiş, siyasal, hukuki ve anayasal düzlemlerde katlanarak, kartopu gibi şişerek büyümesi beklenen krizler karşısında ne kadar direnç gösterebilecek belli değil.
Politik-ekonomik bir çıkar örgütü olarak AKP, geçtiğimiz perşembe gecesi 13. yaş gününü kutlamak için toplandığında; kurulduktan bir yıl sonra iktidar olmuş, 12 yıl boyunca ülkeyi yönetmiş ve siyasal liderini rejimin en korunaklı noktasına sokmayı başarmış bir partinin özgüvenine sahip görünmüyordu. Yan yana gelen birkaç kişinin, göz göze bakan iki çift gözün bile, ya ‘kulis’ yaptığı, ya da ötekini ‘tarttığı’, üstünde bir ‘tutum’ işareti aradığı tekinsiz bir ortam… Kendi doğum günü partisinin, eceli olmaya namzet bir krizin vaftiz törenine dönüşmesini tedirginlik içinde sezen bir kitle… ‘Açmaz’larla bağlanmış atlar, kaleler, filler ve piyonlar…
‘YENİ NESİL YENİLİKÇİLER’
Muhtemelen bütün bu tabloyu etinde ve kanında en çok hisseden, bugünkü ‘nasihat’lerinin 3 ay sonra, 6 ay sonra ya da haziran 2015’ten sonra hiçbir hükmü kalmayabileceğini gören, ama buna rağmen bütün gayretini kontrolü devam ettirebileceği bir organizasyonu kurmaya ayıran liderleri olmalı. O da, bundan 15 yıl önce, kendi ‘ak saçlı’ gelenekçilerini terk ederken yedekledikleri dinamizmi, şimdi kendi gelenekçiliğini muhafaza etmek için seferberliğe çağırmakta buluyor çareyi. Klişe düzeyinde bir ‘genç kadrolar’ propagandasıyla, yarattığı devasa kollara sahip saadet ve siyaset aygıtının kontrolünü elinde tutmasını sağlayacak, sorgusuz sualsiz itaat eden, ‘orta karar’ bir fedai nesli! İtaatlerini, maharetlerini, merhametlerini, en çok, Soma’da, bir flaş çakması gibi çarpıcı bir anda –ve aslında tüm bir ülke halinde– tekmelenirken idrak ettiğimiz ‘yeni nesil yenilikçiler’!
12 iktidar yılında kendi ‘altyapısından’ tek bir siyaset yıldızı üretememiş; karşı mahalledeki namlı düşmanlarından, kendi mahallesindeki eski ‘rakip’lerinden, konfor ve makam gibi dünyevi bonservislerle transfer edilen eklektik bir vitrin oluşturmuş bu hareket, ‘gençleşeceğini’ iddia ettiği her anda, çaresizliğini de itiraf ediyor.