Erkek vuruyor, medya koruyor!
Komşu ülkelerdeki iç savaş tragedyalarına gözyaşı döken Türk medyası, konu kendi sınırları 'içinde'… her gün gözümüzün önünde 'gururla' öldürülen, yaralanan, aşağılanan kadınlar olduğunda susmak şöyle dursun potansiyel katilleri starlaştırmaya başladı.
Hülya UĞUR TANRIÖVER (*)
Komşu ülkelerdeki iç savaş tragedyalarına gözyaşı döken Türk medyası, konu kendi sınırları “içinde”… her gün gözümüzün önünde “gururla” öldürülen, yaralanan, aşağılanan kadınlar olduğunda susmak şöyle dursun potansiyel katilleri starlaştırmaya başladı.
Kadın cinayetlerine, kadınların sürekli şiddete maruz kalmasına karşı harekete geçen kadın kuruluşları, yaz boyunca, siyasal çevreler önce tatil rehaveti, sonra seçim telaşı, derken binbir çeşit görevi devretme, alma-verme, vb. törenleriyle meşgulken, bıkmadan usanmadan “Kadın cinayetlerini durdurun” diye Meclisi göreve çağırdı. Nafile! Hasret’i delik deşik eden eşi, mahkemece serbest bırakıldı ve anında popüler gündüz kuşağı programına “onur konuğu” edasıyla çıkıp ne kadar haklı olduğunu dillendirerek kadınları hepten çileden çıkardı.
Medya ve popüler kültür üzerine, hatta özel olarak gündüz kuşağında yer alan farklı program türleri ve haberlerin magazinleşmesi üzerine çok yazıldı. Yapılan birçok araştırma bize ana akım medyanın, özellikle de, reytinglerini “skandal”lar, olayların dramatikleştirilmesi ve seyirlik hale getirilmesi sayesinde arttırmayı hedefleyen televizyon kanallarının kadınlar ve tüm nefret söylemine maruz kesimler için (dini azınlıklar, LGBTİ bireyler, vb.) nasıl bir söylem kurguladığını gösterir. Toplumun ve egemen (yani cinsiyetçi) ideolojinin en ilkel sözcükleri ve yaklaşım biçimleri, kadınlara karşı işlenen şiddet suçlarının hikayeleştirilerek ilginç kılınması ve adeta aklanması sonucunu doğurmaya devam ediyor. Bir yandan muhafazakar kesimlerin “Toplumsal işlev görüyorlar” diye aslında pek beğendikleri evlilik programları, öte yandan kayıpları arama bahanesiyle her tür gerici söylemin aktarıldığı yayınlar son kertede bakıldıklarında, izleyiciler açısından yalnızca “basit bir eğlence” olarak kalmayıp belli bir söylemin genelleşmesi, sıradanlaşması ve sürekli yeniden üretilerek adeta perçinlenmesini sağlıyorlar.
‘KUTSAL AİLE’
“Kutsal aile” kavramı medya ve popüler kültürün her tür suçu, ayrımcılığı, nefreti örtmede, gizlemede hatta affetmede ardına sığındığı bir kalkan gibi. Ve bu kalkan ne yazık ki, kadınların özellikle de aile içi veya en yakınlarından şiddet görmelerinin de bir tür “meşrulaştırılmış” dayanağı oluyor. Aile içinde, eşinin veya herhangi bir başka erkek bireyin (baba, kayınpeder, oğul) iradesine bir biçimde karşı çıkan, kendi kararını kendi vermek, hayatını kendi kurgulamak isteyen kadınlar, kadın cinayetlerinin ne yazık ki en açık kurbanları. Bu konuda Filmmor Kadın Kooperatifi olarak yapmaya başladığımız yeni araştırma da, henüz başlangıç aşamasında olsak bile bunu işaret ediyor. O televizyon programlarında masumane biçimde söylenen “E kocan istemiyorsa çalışma canım, ne var o sana bakacak nasılsa”lar; “Çocuklar da var yuvanı yıkma”lar… dönüp dolaşıp kadınlara, sille, tokat veya 43 tornavida darbesi olarak geri dönüyor. Ayrıca konu bu programlarla sınırlı değil. Neredeyse herkesin izlediği televizyon dizilerinde, öyle incelikli diyaloglar, öyle ilk bakışta anlaşılması zor alt metinler var ki… gerçekten insanın, daha doğrusu kadınların, feministlerin kanını dondurmaya yeter. Son günlerin en gözde dizisinde, örneğin, bir yanlışlık sonucu aslında bir ilişkisi olmayan bir adamla magazin basınında fotoğrafı yayınlanan kızın babası, olaya bayağı “namus” kavramıyla tepki gösteriyor; kızın “cahil-bıçkın” nişanlısı şiddet krizi geçiriyor… buna karşılık masum-temiz-iyi niyetli yoksul ama okumuş kızımız o nişanlıyı neredeyse bağrına basıp babasına da “Ben kötü bir şey yapmadım” diyor. Günün sonunda gece kulübüne gitmek “kötü bir şey” olup çıkıyor, nişanlılar da sürekli şiddet eğiliminde olduklarında bile “Sevdiğinden yapıyordur” mantığıyla affediliyor.
Medyada kadınların temsil biçimlerinin sorunlu olduğu ve buna karşı mutlaka kararlılıkla mücadele etmenin gerektiği, başta MEDİZ olmak üzere konuya duyarlı tüm kadın hareketleri ve bu alanda çalışan çeşitli kesimlerce dile getiriliyor. Gazeteciler arasında da bu doğrultuda yeni oluşumların ortaya çıkması, örneğin sendika kapsamında kadın gazeteciler grubu gibi, bu olgunun ne kadar temel ve sonuçları itibariyle de vahim olduğunun bir göstergesi. Ancak, kimi zaman bu konuya ilişkin alt komisyon toplantıları veya paneller, atölyeler düzenleyen siyasal iktidar ve meclis ne yazık ki genel dünya görüşü doğrultusunda bu temsil sorunlarını çoğu zaman tek bir boyuta indirgiyor: Kadınların cinsel sömürü nesnesi olarak sunumu. Bir başka deyişle, gazetelerde “çıplak” kadın fotoğrafları olmasın, televizyon içeriklerinde “müstehcenlik” olmasın… tek sorun buymuş gibi davranmak da, giderek çok daha genel bir sansürcü yaklaşıma yol açması bir yana, bizim mücadele etmek istediğimiz tüm diğer konuları göz ardı ediyor. Örneğin RTÜK’e yapılan şikayetlere veya bu kurulun verdiği cezalara baktığınızda, böyle bir kıstas olmasına rağmen “cinsiyet ayrımcılığı” nedeni neredeyse hiç yok; buna karşılık genel ahlak ve aile yapısına aykırılık gibi tanımı bile belli olmayan nedenler en sık cezalandırma konusu olabiliyor.
‘KOCA CİNNETİ’
Magazinleştirme, sözde komik ögelerle sunma kadınlara karşı şiddet olaylarında kızdırtıcı boyutlara varıyor. Bunun son zamanlarda karşılaştığımız bir örneği “Ören Bayan” adlı firmanın sahiplerinin öldürülmesinde yaşandı; bir gazete “Ölen Bayan” manşeti attı. Birkaç ay önce, eşi tarafından sokakta yumruklanarak yere düşmüş bir kadın fotoğrafı “Nakavt !” biçiminde sunuldu. Aynı biçimde pek çok kez eşine şiddet uygulayan, hatta eşini, çocuklarını öldüren adamların haberleri “koca cinneti” olarak tanımlandı. Oysa bu adamlar “cinnet” falan geçirmiyor. Basbayağı bilerek, düşünerek, tasarlayarak çünkü “Kendilerinde hak görerek” kadınları öldürüyor, yaralıyor, dövüyor… veya çalışmalarına, istedikleri gibi giyinmelerine, kendilerinden boşanmalarına, boşandıktan sonra yeniden evlenmelerine, ve özgür iradeleriyle yaptıkları, yapmak istedikleri bir sürü başka şeye karşı çıkıyorlar. Kadınlar güçlendikçe, kadın dayanışması arttıkça erkekler daha da hiddetleniyor ve maalesef daha da şiddete yöneliyorlar.
MEDYA TEŞHİR EDİLMELİ
Bu durumla mücadele… “Eğitim şart”, “Zihniyetlerin değişimi uzun sürer”, vb. hamasi laflarla geçiştirilemeyecek kadar acil ve temel. Bunlar zaten yapılmalı ! Okullara toplumsal cinsiyet derslerinin konulmasından, farklı meslek gruplarında verilecek “meslek içi eğitimler”e kadar birçok şey uygulamak mümkün. Ama göz göre göre bir “kadın kıyımı” yapılıyor ülkemizde. Mücadelenin ilk şartı “sıfır hoşgörü”: Gerçek veya potansiyel (yani şiddet uygulayan, yaralayan, vb.) katillere ceza yaptırımlarının en ağır biçimde uygulanması yani vuranların cezalandırılması… Ve tabii, ticari kâr adına, ilginçlik adına, mevcut durumda kutsallığı kadınların sömürülmesi, ezilmesi, yok sayılmasından başka hiçbir insani değerle tanımlanmayan aile’yi koruma adına o “vuran”ları koruyan medyanın da hem teşhir edilmesi, hem de yine yasal yaptırımlarla uyarılması, hatta cezalandırılması, bu alanda deyim yerindeyse “hemen / şimdi” yapılması gerekenler.
* Filmmor, MEDİZ