7 Eylül 2014 13:01

Aydın ÇUBUKÇU

Kökleri büyük göç yıllarına dayanan, “eski kıta” Avrupa’dan “yeni dünya” Amerika’ya bin bir umut ve hayalle gemilere doluşan insanların yarattığı efsanelerde doğan bir kavramdı “Amerikan Rüyası!”
Sonra Soğuk Savaş yıllarında yeniden ama bu kez “Hür Dünyanın Lideri” ABD’yi cilalamak için piyasaya sürüldü. Zenginliğin ve hürriyetin, herkes için imkânlarla dolu ülkesi... Evet, orada zenginlerin yanında yoksullar da vardı, ama fırsatlar eşitti! Sıfırdan milyoner olanların, bir gecede ünlü olup yıldızlaşanların yaşadığı, ayağını bastığı yerden petrol fışkıran, nehirlerinden altın toplanan bir ülkeydi orası. Yeter ki müteşebbis ruhuna sahip, çalışkan ve hırslı bir hayat yoluna girecek kadar cesur, atılgan, acımasız, rekabeti varlığının temeli yapmayı becermiş olun! Belki bir şampiyon olurdunuz, belki ünlü bir artist, yırtıcı bir kapitalist, şanslı bir madenci olabilmeniz için her imkân hazır sizi bekliyordu. Özellikle Amerikan propagandasının serbestçe at oynadığı, savaştan yeni çıkmış ve harabeye dönmüş Avrupa ülkelerinde, işsiz, umutsuz, ailesiz kalmış gençlerin tümünde Amerikalı olma hayali hayattaki bütün amaçlarını belirleyen, biçim veren bir etki yapıyordu. Ama bu rüya, aynı zamanda “Hür dünya ideallerini Komünist Rusya’ya karşı kalbine yerleştirmiş” insanlar yaratmanın da bir aracıydı. Komünist Rusya’da hürriyet yoktu, insanlar acımasız bir diktatörlük altında inliyorlardı! Evet, kabul etmek gerekir ki karınları toktu ve yoksul-zengin ayrımı yoktu, ama bu yeter miydi? Tok ve esir mi olmak istersiniz, aç ve özgür mü? İşte ikilem buydu ve insanlar özgürlük uğruna eşitsizliğe, açlığa katlanabilirlerdi. İşte Amerika bunan cevabıydı! Hürriyet ve fırsatlar ülkesi! Rusya’da bir gecede meşhur ve zengin olma fırsatı yoktu, sıfırdan başlayıp milyoner olamazdınız! Amerika ise size bunun umudunu veriyordu!
Bizim gazetelerde, yoksul ve kimsesiz bir göçmenin zekâsı ve atılganlığı sayesinde nasıl milyoner olduğunu anlatan “haberler” her gün değilse bile haftada birkaç kez mutlaka yayınlanırdı. “Amerikalı patates kralı”, “Amerikalı sosis kralı”, “Amerikalı eğlence kralı”… hepsi sıfırdan başlamış, şimdi kral olmuşlardı. Piyasa kralı olabilmenin yolları, yalnızca “hür ve demokratik” bir ülkede açıktı; bu hayale sahip olanlar komünizmin düşmanı olmalıydı!
1945 yılından itibaren Türkiye’nin “Hür Dünya’nın bir parçası, Amerika’nın büyük dostu ve müttefiki” olarak ilan edilmesiyle başlayan gündelik beyin yıkama saldırısı, Marshall Planı ile doruk noktasına çıktı. Amerikan yardımı ile askeri, siyasi, kültürel bütün hayatımız kurtulacaktı. En büyük zenginimiz Vehbi Koç, Amerika’nın en büyük zengini Ford ile ortak olmuştu! Cumhurbaşkanımız Celal Bayar Amerika’da olağanüstü şatafatlı törenlerle karşılanmış, Amerikan halkı ellerinde Türk bayraklarıyla sokaklara taşmış ve “Yaşasın Türkiye, Yaşasın Amerika” diye bağırmışlardı. Tabii bu manzara, bizi yutmak isteyen komünistleri çok kızdırmış ve morallerini yıkmıştı!
Stadyumlarda, maçlardan önce, ağzını Amerikalı şarkıcılar gibi yamultmayı becerebilen Celal İnce adlı bir şarkıcının söylediği “America I love You” şarkısı çalınıyor, okullarda Amerikan yardımı süt tozu içiliyor, peynirleri yeniyordu.
Amerika’nın bir “rüyalar ülkesi”  olduğu propagandası her şeyden çok, bu yiyip içtiklerimizle, giydiklerimizle, seyrettiğimiz kovboy ve Tarzan filmleriyle beynimize yerleşiyordu. Ünlü Missouri zırhlısı İstanbul limanına geliyor diye genelevin badana edilip sabunlarla yıkanması da aynı zamandadır.

RÜYADAN UYANIŞ!

1963 yılında, Amerika’nın popüler başkanı J.F. Kennedy bir suikast sonucu öldürülence, “hür ve demokratik rüya ülkesinde” işlerin pek göründüğü gibi olmadığına dair bir kuşku bulutu kafalarda dolaşmaya başladı.
1964 yılında Kıbrıs’ta faşist çeteler Türk nüfusa saldırmaya başlayınca, zamanın başbakanı İsmet İnönü birkaç savaş uçağını Lefkoşa üstünde uçurmaya niyetlendi. Amerikan başkanı Johnson buna izin vermedi. Milli heyecanların zirveye çıktığı bir meselede Amerika “NO!” demişti! İzleyen yıllarda, özellikle Adana ve İzmir’de yuvalanmış Amerikalı askerlerin şehir bar ve pavyonlarında çıkardığı rezaletler gazetelerde boy göstermeye başladı. “Sarhoş Amerikalı Türk kızına saldırdı”,  “Sarhoş Amerikalı vitrin camlarını kırdı”, gibi haberler çoğaldı. Bir de, suç işleyen Amerikalıların Türk Mahkemelerinde yargılanamaması, cezalandırılamaması vardı ki, dayanılır gibi değildi. 6. Filo, yıllarca rahatça gelip gittiği limanlarda devrimci gençlerin sert karşı koyuşlarıyla karşılandı ve bir süre sonra da ayak basamaz hale geldi. Ankara, İzmir caddelerinde devriye gezen “military police” üniformalı Amerikalılar çekildi. Amerikan üsleri kamuoyunda “nefret nesnesi” gibi tartışılmaya başlamıştı. Bu ortamda Ay’a seyahat ile yeni bir çıkış yapma fırsatı bulan rüyalar ülkesi, her şeye rağmen eski havasını bulamadı. Artık Amerikalının kimliğinde “hür dünyanın temsilcisi” değil, katil ve hırsızların maskesi düşmüş yüzü görünüyordu.
Vietnam kasapları, Filistin halkının düşmanları, şimdi Türkiye’nin gizli işgalcileri olarak karşımızdaydı. Diğer yandan, büyük gruplar halinde ülkelerine dönmeye başlayan Amerikan kolonisine mensup ailelerin geride bıraktığı eşyaların, giysilerin, blucinlerin, botların, oyuncakların, kozmetik malzemelerinin satıldığı “Amerikan pazarları” doğmaya başlamıştı. Ve bu eşyalardan yayılan “çocuk felci” mikrobu!
6. Filo kendisine yeni limanlar yeni genelev merkezleri ararken, bombalanan Amerikan Kültür Merkezi’nin bulunduğu bina kapatıldı! Amerikan karşıtı sloganlar artık üretici köylü mitinglerinde, işçi grevlerinde, öğretmen boykotlarına, üniversite işgallerinde en yüksek sesle haykırılan öfkenin sesi olmuştu. Amerikan hayranı olmak, eski rüyadan geriye kalmış kimi ayrıntıları hâlâ propaganda malzemesi yapmaya çalışanlar ise alçak işbirlikçiler olarak damgalanma korkusuyla seslerini yutmuşlardı!
Türkiye bu lanetleme fırtınasında yalnız değildi. Amerika’nın içinde de savaş karşıtı gösteriler, Afrika kökenli Amerikalıların büyük muhalefeti, ırkçılığa karşı milyonlarca insanın ayağa kalkışı, Avrupa’dan Asya’ya, Latin Amerika’ya, Afrika’ya her ülkede Amerika’nın kâbusu olurken, halkların yeni rüyası başlıyordu. Gerçekten özgür, ama bu sefer karnı da tok, eşit ve bağımsız yaşama hayali, Amerika’ya giderek değil, Amerika’yı yenerek gerçekleşecekti.
70’li yıllarda artık Amerikan rüyasından söz etmek aptallık değilse, satın alınmışlık demekti.
Bir rüya bitmiş, aslında üstü boyalı gazoz, ciklet, blucin ve Hollywood filmleriyle örtülmüş korkunç kâbusun şifreleri çözülmüştü. Bunu uyanan dünya halklarının mücadelesine olduğu kadar, Amerika’nın kendi “fıtratında” bulunan temel özelliklere de borçluyduk.

Evrensel'i Takip Et