17 Eylül 2014 20:28

Mesut AKATAY
Adana


‘Yaşamak hatırlamaktır’ diyor Ülkü Tamer Antep’i anlattığı kitabında.  Antep’in tarihi yerlerinden başlayarak mutfağına kadar her şeyi satır satır aktarır bizlere Ülkü Tamer bu kitabında. Bundandır ki ne zaman Antep adını duysam Ülkü Tamer gelir aklıma. Biraz da şehrine benzer sanatçı. Antalya’nın falezleri, kayalıkları, denizi Tanpınar’ı; İstanbul’un kahvehaneleri, balıkçıları, sandalları, balıkları Sait Faik’i, Ege’nin zeytinlikleri Sabahattin Ali’yi, Çukurova’nın fabrikaları Orhan Kemal’i hatırlatır bizlere. Bir de Adana vardır ki Yılmaz Güney’i hatırlatır.
Adana mevsimlik işçilerin, demiryolu işçilerinin, tarıma bağlı makineleşmeyle birlikte Türkiye’nin dört bir tarafından gelen insanların, kan davasından kaçan ailelerin ve Kürdistan’dan devlet zulmünden kaçıp da gelenlerin yerleştikleri yerdir.
GÜNEY’İ GÜNEY YAPAN
Pütün ailesi de bunlardan biridir. Yılmaz Güney’in babası Hamit Pütün kan davasından dolayı memleketi Siverek’ten kaçarak Adana’ya gelir. Burada tanıştığı Güllü Hanım ile evlenir. Bu evlilikten Yılmaz Pütün dünyaya gelir. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Yılmaz Pütün, küçük yaşta çalışmaya başlar. Simit satıcılığı, gazoz satıcılığı, fayton sürücülüğü, bağ bekçiliği ve tarlalarda ırgatlık yapar. İleride büyük işlere imza atacak olan Güney’in sanatını büyük oranda bu yaşadıkları oluşturur.
Sinemayla ilk tanışması ise gittiği ucuz sinemalarda gösterilen dövüş filmlerini izlemekle başlar. Lüks olmasından dolayı gidemediği Galatasaray Sineması’ndan hayranlıkla bahseden Yılmaz Güney; “İstesek parasını verip giderdik ama ne kıyafetimiz ne de yapımız uygun değildi o sinemaya.” der. O dönemlerde mahalle aralarında film reklamları yapmaya başlar.
VE SAHNEYE ÇIKAR
Arif Keskiner, Yılmaz Güney’den bahsettiği ‘Çiçek Gibi’ adlı kitabında Yılmaz Güney’le Adana’da Dar Film’de pursantaj memurluğu yaptığı günlerden şöyle bir anektot aktarır: “Pursantaj memurluğu hem hamallıktır hem de patron vekilliği. Her filmin hangi tarihte, hangi şehirde oynayacağını işletme belirler. Sen de filmi alır, o tarihlerde gösterilmesi gerek şehirlere götürürsün. Filmin oynayacağı salona giren kişilerin tek tek kontrolünü yaparsın. Biletli mi kaçak mı? Yani bir anlamda kontrol memuru. Böylece salon sahibi sana yalan söyleyemez. Daha sonra filme giren insan sayısına göre hisseyi alır, patrona getirirsin. Yılmaz’la birlikte bu işi yapıyorduk. İşte yine böyle bir gün bütün işler bitmiş, film oynamaya başlamıştı. Biz de Yılmaz’la kenara oturmuş filmi izliyorduk. Henüz 10 dakika geçmişti ki birden film koptu. Film kopar kopmaz salonda ışıklar yandı, yanımda oturan Yılmaz koşarak sahneye çıktı. Herkes durmuş ona bakıyordu. Ben de merak içindeydim. O utangaç Yılmaz gitmiş, başka bir Yılmaz gelmişti. Filmin koptuğu yerden itibaren 5 dakikalık bölümü yokmuş. Yılmaz o 5 dakikalık bölümü hem anlattı hem oynadı. Ağzım açık kalmıştı. Yılmaz alkışlar arasında sahneden indi. Hiçbir şey olmamış gibi gelip oturdu. O arada kopan yer yapıştırıldı. Film de Yılmaz’ın anlattığı yerden gösterime devam etti.”
Arif Keskiner, Yılmaz Güney’in esas olarak sinema oyunculuğuna başlamasını bu olayla birlikte olduğunu söyler. Yine Arif Keskiner’in anlattığı bir anısında Güney’in kendisine artist olmak istediğini, kendisinin ise bu fikir karşısında güldüğünü aktarır. O dönemlerde jönlerin ekranlarda olduğunu belirten Keskiner, bunun çok zor olduğunu Yılmaz’a söylediğini fakat Yılmaz’ın artist olmayı kafasına koyduğunu ve bunu da ileride en iyi şekilde gerçekleştirdiğini söyler.
ATIF YILMAZ VE YAŞAR KEMAL
Yılmaz Güney’in ilk oyunculuğu Yaşar Kemal ile tanıştıktan sonra olur. Yaşar Kemal o anıları şöyle aktarır: “Yılmaz ilk defa bana geldi. Cumhuriyet’te çalışıyordum. Ben o zaman Cumhuriyet’e gelen mektupları okuyorum, ropörtaj yapıyorum, fıkra yazıyorum, bir de makaleleri koyuyorum… Anadolu Bürosu’nu da ben kurdum o zaman. Babıali’de adım ağır işçiydi. O kadar çok çalışıyordum ki beni görmeye gelenlere yok dedirtiyordum. İçeriye yalnızca Adanalıları alabilirsiniz demiştim. Adanalı birisi gelmiş deyince göndermelerini söyledim. Esmer, kara kuru bir çocuk geldi. İktisat Fakültesi’nde öğrenciymiş. Tünel’de bir pansiyonda kalıyormuş. Parasını veremediği için pansiyondan ayrılmak zorunda kalmış. Paraya ihtiyacı varmış ve iş arıyormuş. Cevat Fehmi o zaman gazetenin genel yayın müdürü. Ona gittim. Yılmaz bana bir hikaye okudu, baktım Türkçe’si sağlam. Cevat Fehmi’ye Yılmaz’ı methettim. Tabi gazetede iş bulamadım. Birdenbire aklıma geldi ve Adana’da ne yaptığını sordum. Adana’da Alsaray Sineması’ndan Asri Sinema’ya oradan açık hava sinemasına kaset taşırmış. Ben de o zaman ‘Bu Vatanın Çocukları’nı yazmış ve Dar Film’e satmıştım. Atıf Yılmaz filmin rejisörüydü. Atıf bana baş aktörü gösteriyor gösteriyor beğenmiyorum. Aradan dört beş ay geçti. Bunlar da filmi bir an evvel yapmak istiyorlar. Ben Atıf’a telefon ettim. Ona şöyle bir hikaye anlattım: ‘Atıf bak ben geçen gün Adana’ya gitmiştim. Bir çocuğu çok beğendim. Yakışıklı, büyük de kabiliyeti var.’ Atıf gönder dedi. Yılmaz’a da al şu taksi parasını dedim, Atıf’a gönderdim. Yılmaz her şeyi cin gibi anladı. Bir sözleşme yaptılar üç bin liraya, yarısını da peşin verdiler. Yılmaz iki saat sonra geldi, daha önce kendisine verdiğim paraları iade etti.”
ÜÇ BİLİNMEYENLİ EŞİTSİZLİK SİSTEMLERİ
Yılmaz Pütün, Atıf Yılmaz’ın bu filminde ‘Güney’ soyadını kullanır. Çünkü daha önce yazmış olduğu ‘Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri’ hikayesinde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle aranıyordur. Ne var ki bu soyadını alması onu mahkumiyetten kurtarmayacaktır. Atıf Yılmaz ile ‘Tatlı Bela’ filmini çekerken sette tutuklanır. Nevşehir cezaevine yollanır.
İyi bir realist sinemacı olan Güney, Nevşehir’de yattığı süreçte ‘Boynu Bükük Öldüler’ romanını yazmaya karar verir. Bu romanı yazmak için Arif Keskiner’den bir daktilo ister. Arif Keskiner kendisine daktiloyu yollar ve romanını yazar. Güney, 1971’de yayımlanan ve Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanan ‘Boynu Bükük Öldüler’ romanını; “Nevşehir Cezaevi’nde, siyasiler koğuşunun en dip köşesinde, rutubetli duvara komşu bir ranzada, geceli gündüzlü 16 aylık bir çalışmanın ürünü.” diye tanımlar.
YAZAR YILMAZ GÜNEY
Güney’in kitabıyla ilgili yaptığı bu tanım bana hep Sait Faik’i hatırlatmıştır. Sait Faik’in toplatılan kitabı Medari Maişet Motoru ve daha sonra adı değiştirilerek tekrardan ‘Bir Takım İnsanlar’ adıyla basılan kitapta şöyle bir bölüm geçer: “Şu karşıki sandalı görüyor musun? Bakın sahile yaklaşıyor. Onu yürüten şey nedir? Kürekleri değil mi? Ya şu uçan martılar! Kanatları yolunsa uçabilir mi? Düşünce de böyledir. Dört duvar arasına kapatılmak isterse kanatsız kuş, küreksiz sandal oluverir. Ve bütün manasını kaybeder.” Bu sözler sanki Yılmaz Güney için söylenmiştir. Yani demem o ki, Güney’in düşünceleri kanatlarıyla uçan kuşlar ve kürekleriyle giden sandallar kadar özgürdür.
Boynu Bükük Öldüler romanı da tam böyledir. Cezaevinin soğuk duvarları arasında sosyal gerçekliğe açılmış bir penceredir. Tüm gerçekleri bir tokat gibi çarpar insanın suratına. Roman, ‘ağasına Allah gözüyle bakan Halil adlı yanaşmanın dramı’nı anlatır. Romandaki tecavüz olayını okurken tüylerim diken diken olmuş ve gözyaşlarımı tutamıştım. Romanın bu gücü Yılmaz Güney’in gerçekçi anlatımından gelir. Nitekim, Yılmaz Güney’in sanatında kullandığı bu gerçekçi estetik Türkiye’nin en iyi eleştirmenlerinden biri olan Fethi Naci tarafından methedilmiştir.
YAŞAMAK HATIRLAMAKTIR
Fethi Naci ’Yüzyılın 100 Türk Romanı’ adlı eserinde ‘Yaban’ ve ‘Yeşil Gece’ ile ilgili yazdığı eleştiri yazısında bu romanların sosyal gerçeklikten uzak ve Kemalizm’i benimsetmek için yazıldığını savunur. Yılmaz Güney’in ‘Umut’ filmiyle aynı temaları işleyen bu romanların yazarlarının yaşaması halinde onlara ‘Umut’ filmini önereceğini söyleyen Fethi Naci, ’Umut’ filminin sinemada yakalamış olduğu başarıyı hiçbir Türkiyeli romancının yakalayamadığını söyler.
Gerek sinemadaki sanatıyla, gerekse edebiyattaki başarısıyla adından çokça söz ettiren Yılmaz Güney, ’Güney’ adıyla cezaevinde çıkarmış olduğu dergide ayrıca şiirler de yayınlamıştır. Güney, aşkın vücut bulmuş halidir. Fatoş Güney’le aşkı dillere destan olan Güney, ayrıca Türk Sineması’nın en güzel kadını olarak tabir edilen Türkan Şoray’ın da ‘aşık olmaktan korktuğu için gözlerine bakamadığı bir insan’dır.
Konu Yılmaz Güney olunca elbette yazıyı sonlandırmak mümkün olmuyor. Çünkü Yılmaz Güney’le ilgili ne kadar söz söylenirse söylensin mutlaka eksik kalacaktır. Ülkü Tamer’in dediği gibi ‘Yaşamak Hatırlamaktır’. Biz de üstkurmaca bir söylem geliştirerek ‘Yaşamak Yılmaz Güney’i hatırlamaktır’ diyelim.
Güney’i Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in romanlarında hatırlamak,
Adana’da, Yenice’de, Taşköprü’de, Büyük Saat’te, Küçük Saat’te, Demiryollarında hatırlamak…
İşçilerin emeğinde, çocukların gülüşlerinde hatırlamak,
Hatırlamak yüreğimizin ulaştığı her yerde hatırlamak…
Hatırlamak Yılmaz Güney’i
Bir ömür boyu unutmadan hatırlamak
Ve düşüncelerini yaşatmak…

 

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Yüksek voltajlı teşvik

Yüksek voltajlı teşvik

Erdoğan-Şimşek programıyla emekçilerin bir ayı daha gıdaya gelen yüksek zamlar ve eriyen ücretlerle geçti. Özelleştirmelerle ihya edilen sermaye gruplarına ise sadece bir ayda ‘üretmedikleri elektrik’ için 1 milyar lira teşvik verildi. Sanayi patronları da çalıştırdıkları her kadın işçi için devletten artık daha fazla teşvik alacak.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
2 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et