Huzur patronsuz bir yaşamda!
Artık gündelik yaşamımızın bir parçası haline gelen “torba yasa”ların birkaç hafta önce parlamento tarafından kabul edileni olan 6552 sayılı “İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına Dair Kanun”un yürürlüğe girmesi ile birlikte ilk elden 22 maden ocağı işvereni (patronu) “işletme”lerini kapattıklarını duyurdular.
Ömer Furkan ÖZDEMİR
Artık gündelik yaşamımızın bir parçası haline gelen “torba yasa”ların birkaç hafta önce parlamento tarafından kabul edileni olan 6552 sayılı “İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına Dair Kanun”un yürürlüğe girmesi ile birlikte ilk elden 22 maden ocağı işvereni (patronu) “işletme”lerini kapattıklarını duyurdular. Böylelikle söz konusu maden ocaklarında çalışan yüzlerce işçi bir anda işsiz kaldı. “İşletme sahipleri” (patronlar), yasa ile birlikte getirilen düzenlemelerin maliyetlerini yarı yarıya arttırdıklarını söyleyerek “bu koşullarda üretim yapamayacakları”nı ilan ettiler. Patronların böylesine tepki gösterdikleri yasa, işçilere “müjde” olarak sunulan torba yasaydı. Söz konusu torba yasa ile yapılan yasal değişiklerle madenlerde günlük çalışma süresi 6 saate indiriliyor, işverenlere (patronlara) bazı ek yükümlülükler getiriliyordu. Tüm o “müjde” süslemelerine rağmen, madenlerde çalışan işçilerin kurban edildiği doyumsuz kar hırsını bunun sonucu yaşanan katliamları ortadan kaldırma yetisinden yoksun sınırlı bir yasal düzenleme bile patronları “üretim yapmaktan vazgeçme”ye yöneltebiliyorsa, hemen baştan sormak gerekiyor: İşverenler (patronlar) ne için üretim yaparlar? Hepimizin bildiği bu basit sorunun cevabı ortadan kaldırılmadıkça da ne madenlerde ne de başka bir “sektör”de çalışan emekçilere huzur yok!
Şimdi derdimizi açarak anlatmaya başlayalım: Söz konusu torba yasanın işverenler (patronlar) üzerinde yarattığı “etki”, liberal iktisatçılar tarafından elbette “yatırımların ürkütülmemesi gerektiği”, “yasal sınırlamalar ile yatırımcıların (yani bildiğiniz patronların) sermayelerini üretim yerine başka alana kaydırcakları”, “özel sektör yatırım yapmazsa işsizliğin artacağı” tezleri üzerinden açıklanmaya çalışılacaktır. Bunda şaşılacak bir durum yok. Çünkü onların “özgürlük”ten anladığı tek şey “yatırımcı”nın (sermayenin) sınırsız özgürlüğüdür. “Kar”dan ödün vermemek için işçilere üç kuruşluk zammı reva gören, “çalışan yoksullar”ı daha fazla yoksulluğa mahkum eden, doğayı talan etmekte beis görmeyen, “maliyet”i kısmak için işçi sağlığını, iş güvenliğini “ek yükümlülük” olarak gören ve etrafından dolaşan ve bu şekilde adım adım, kelimenin en yalın haliyle “tasarlayarak adam öldürmek” suçunu mubah gören “özgürlük”! Listenin henüz ilk satırında bırakalım şimdilik… Ve yukarıda sorduğumuz soruya geri dönerek ve hepimizin bildiği cevabını yazarak devam edelim: kar… Peki ama kar ortadan kaldırılmadıkça emekçilere huzur yoksa kar ortadan kaldırıldığında “patron”lar ne işe yarayacaktır? Hiçbir işe! Hiçbir işe yaramayana da zaten ne bugün ne de yarınki toplumsal yaşamda yer yoktur, olmamalıdır!
TOPYEKÜN KURTULMAK LAZIM
Çünkü eninde sonunda bir “işletme”de patronun yegane varlık nedeni “kar” etme ve aslında “daha fazla kar”etme’den başka bir şeye dayanmamaktadır. Tüm o “üretim süreci” analizleri, “inovasyon” çalışmaları, “Ar-Ge” birimleri’nin gelip dayandığı noktada, yani nihai üretim aşamasında patronların temel kıstası “bu üründen ne kadar kar elde ederim?” sorusunda karşılık bulmaktadır. Dolayısıyla, aslında üretimin toplumsal karakteri, insan ihtiyaçlarının karşılanması ve toplumsal yaşamın sürdürülebilirliği, bu soru üzerinde baş aşağı bir pozisyonda durmakta; “kapitalist güdü”nün alamet-i farikası da burada yatmaktadır. Öyleyse üretimi gerçekleştirmek için mavi yakalısından beyaz yakalısına, emekçilerin, esas olarak bir “patron”a ihtiyaçları var mıdır? Patronların bile bugün en başından en sonuna kadar tüm üretim süreçlerini “takım çalışması”, “toplam kalite yönetimi” vb.
Klişe bir tabirle söyleyelim: “Bilen bilir”. Metin Yeğin, “Patronsuzlar” adlı belgesel nitelikteki çalışmasında, Latin Amerika’daki “patronsuz” çalışma/üretim deneyimlerini, bu süreçlerin aktörleri işçilerin ağzından oldukça yalın bir dille anlatmıştır. Söz konusu deneyimler, kimi zaman ücretlerini alamayan işçilerin alacaklarını alabilmek için; kimi zaman da işyerinin iflas ettiğini ilan edip kaçan patronların ardından söz konusu işyerlerini işgal ederek yeniden üretime başlayan işçilerin hikayelerini de barındırmakta… Burada, işyeri işgalleri ile başlayıp “özyönetimci”, “kooperatif” tarzda üretimle, tüm işçilerin patronsuz olarak çalıştığı ve kazancı paylaştığı deneyimlerin, kapitalist bir ekonomi içerisinde(daha açık ifade edersek: ilgili ülkenin ulusal ekonomik yapısı topyekün değişmeden) ne derece “amacına uygun” bir üretimi sürdürebileceği ve ne kadar yaşayabileceği sorularını sorarak ve ama bu tartışmayı sınırlı bir gazete yazısına sığdırmanın olanaksızlığını da göz önünde bulundurarak devam edelim. Zira kapitalist gelişmenin temel karakteristiği olan, sermayenin belirli bir evrede belirli yerlerde birikerek ve birleşerek daha fazla ve daha güçlü hale gelmesi (tekelleşme eğilimi) göz ardı edilmeden “eşit, özgür çalışma ve yaşam”ın kurgulanamayacağı düşüncesiyle de ekleyelim: Söz konusu, tek tek işyerlerindeki, mikro düzeydeki “patronsuz çalışma” örneklerinin; makro düzeyde, bütünsel olarak, tüm işçilerin kendi öz örgütlülükleriyle, nihai olarak tüm toplumsal yaşama patronsuz çalışma’yı hakim kılacak bir perspektifle hayata geçirilmesiyle başarıya ulaşacağının açık olduğunu söylersek herhalde Amerika’yı yeniden keşfetmemiş oluruz. İşçilerin öz örgütleri olan sendikaları, bugün içerisinde bulundukları trajediden kurtaracak olan da bu perspektif değil midir zaten? Emekçilerin, kendi emekleriyle var ettikleri tüm toplumsal yaşamı, patronların sınıfından geri alıp olması gerektiği gibi, yani herkesin hem eşit hem özgür olduğu bir düzlemde yeniden kurgulamak ve hayata geçirmek…
Son olarak bir kez de bu yazar tekrar etsin: (ve elbette okuyucunun da bildiği ve muhtemelen beklediği satırlar olarak)emekçilerin, tüm bir üretim sürecinin asıl olarak kendi emekgüçlerinin (ister kafa emeği, ister kol emeği olsun)üzerinde yükseldiği gerçeğini kavramalarıyla; ister yer altından çıkarılan kömür, isterse de elektronik bir eşya olsun, toplumsal yaşamı sürdürmek için gerekli olan üretimin, kar güdüsüyle değil, birlikte karar alınan, birlikte üretilen ve birlikte yaşanılan bir toplumsal düzenle sağlanacağının tarih boyunca defalarca ispat edilen gerçeğinin kavranmasıyla mümkün olacaktır. Bu yüzden türlü maskelerle ve perdelerle örtülen sömürünün tepesindeki patronlardan topyekün bir sınıf olarak kurtulmadıkça insanlığa huzur yok!