12 Ekim 2014 09:26

Olağanlaştırılmış olağanüstü halimiz

Yönetenlerle yönetilenler arasındaki çelişki, devlet ve toplum arasındaki çelişkinin bir formudur. Bu çelişkiyi mutlak gören kapitalist hukuk sistemi, bir yandan olağan koşulları diğer yandan olağanüstü koşulları içeren kuralları barındırır. Olağan ve olağanüstü halin bütünlüğüne dayalı hukuk kuralları, kapitalist devletin özünü oluşturur. Bu devlet yapılanmasında, temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesine esas olacak kurallar istisnaya, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması kurala dönüşmüştür.

Olağanlaştırılmış olağanüstü halimiz
Paylaş

Fevzi ÖZLÜER

Yönetenlerle yönetilenler arasındaki çelişki, devlet ve toplum arasındaki çelişkinin bir formudur. Bu çelişkiyi mutlak gören kapitalist hukuk sistemi, bir yandan olağan koşulları diğer yandan olağanüstü koşulları içeren kuralları barındırır. Olağan ve olağanüstü halin bütünlüğüne dayalı hukuk kuralları, kapitalist devletin özünü oluşturur. Bu devlet yapılanmasında, temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesine esas olacak kurallar istisnaya, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması kurala dönüşmüştür.

Bir toplumda, temel hak ve özgürlükleri geliştirecek olan güç, örgütlü bir toplumsal siyasadır. Ancak, toplumsal yaşamın örgütlü olması, toplumun kendi kendini yönetmesine yönelik iradesi, kapitalist devletin varlığı açısından daimi bir tehdit olarak açığa çıkar. Bu nedenle hak ve özgürlüklerin geliştirilmesine yönelik örgütlenmeler, yönetenler tarafından devletin varlığı için daimi bir tehdit olarak kabul edilir. Çünkü toplumun kendi kendini yönetmesine yönelik iradesi, örgütlülüğün inşası, felsefi olarak da olsa, devletsiz bir toplumun kapısını aralar. Bu düşünce ve örgütlülük, kapitalist devlet yönetenleri tarafından kargaşa, savaş ve iç bunalım tehdidi olarak sunulur.  Devlete verilen  güç kullanma yetkisi de, bu örgütlülüğü iğdiş edecek, temel hak ve özgürlükleri sınırlandıracak araçlara dönüşmektedir.

Türkiye’nin devlet toplum pratikleri, bu durumun güncel pek çok örneği ve deneyimi ile doludur. Devletin bekası ve kapitalist ekonominin yeniden inşasına yönelik rejim uygulamaları karşısında, temel hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesine evrilmiş toplumsal örgütlenmeler, devletin varlığı açısından bir tehdit olarak kabul edilir. Bu durum Türkiye’deki devlet rejiminin de ön kabulüdür. Türkiye’de hak arama ve geliştirme pratiklerine karşı, olağanüstü hal ve sıkıyönetim politikası ve hukuku devletin bekasının kilidi olarak sık sık kullanılmıştır. Türkiye’de devlet ve kapitalizm denkleminde, olağan hal yönetimi istisna olarak devreye girer.

Kapitalist devletin, “demokratik sınırlar” içinde hukuka dayalı olarak güç kullanmasının dayanağı, yurttaşlarının anayasa ile güvence altına alınmış olan temel hak ve özgürlüklerini koruyacağına dair bir güvence sistemi sunma iddiasıdır. Bu bağlamda devlet, tüm hak ve özgürlükleri yasa önünde herkese eşit olarak uygulayacağına dair bir sözleşmenin tarafı olarak belirir. Devlet, yurttaşlarına yaptırım uygulama gücünü de tam da bu hak ve özgürlükleri tesis edebileceğine dair iddiasından ve yurttaşlara verdiği sözden almaktadır. Bu anlamıyla, olağan halin anayasal sistemi içinde, devlet rejiminin veya toplumsal yaşamın tehdit altında olduğu iddiası ancak yurttaşların ve yurttaşlar topluluğunun temel hak ve özgürlüklerinin varlık koşullarının tehdidi halinde mümkün olacaktır. İşte olağan halden olağanüstü hale geçişi sağlayacak kriz hukuku, toplumsal varoluş koşullarının köklü bir biçimde tehdit altında olduğu süreçlerde mümkün olabilir. Bu tehdidin ortadan kaldırılmasına yönelik tedbirler için gerekli normları, yetkileri ve temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılabilme koşullarını, kriz hukukunun düzenleyeceği varsayılır.

Doktrin açısından da olağanüstü hali zaruri kılacak koşulların, savaş hali ya da yakın savaş tehlikesi, silahlı ayaklanma, ekonomik çöküş, doğal afetler gibi üç formda açığa çıktığı belirtilmektedir. Tüm bu süreçler, yurttaşına temel hak ve özgürlükleri koruyacağı sözünü veren ve bu noktadan meşruiyetini sağlayan devletin, aşması gereken olağanüstü haller olarak kabul edilir. Ancak yanıtlanması gereken soru şudur, kapitalist devlet, olağanüstü hal koşullarının doğması ihtimalinden bahisle, adı konmamış,  savaş koşullarına uygun bir kriz hukuku, “olağanüstü hal ya da sıkıyönetim” rejimi inşa ederse, bu rejim meşru sayılabilir mi? Ya da bu rejimin, kriz varsayımıyla  temel hak ve özgürleri sınırlandırmasının sonuçları ne olabilir?

KRİZ HUKUKU VE ÖTESİ

Türkiye’de olağan hal ile olağan üstü hal hukuku arasındaki çizgiyi belirginleştirmek, kapitalist devletin meşruiyetini sorgulamak açısından gereklidir. Kapitalist devlet çoğu kez, yasa ile adı konmuş olağanüstü hal ilanı yoluna gitmez. Bunun yerine olağanüstü hal koşullarından bahisle, olağan hallerde de kriz hukuku uygulamalarına yönelir.

Olağanüstü hal rejimi koşullarının doğmasının toplumsal yaşam ile temel hak ve özgürlükler açısından önemli sonuçları vardır. Bu nedenle de olağanüstü hal hukuku, ancak savaş, ekonomik çöküş ve yaşanan bir afet, salgın hastalık sürecinde ortaya çıkar; olağanüstü hal hukuku yasaya ve belli bir süreye tabi kalarak sonuçlarını doğurur.

Devlet erkinin, olağanüstü koşullardan temel beklentisi, devletin organlarının daha fazla yetki ve güçle donatılmasını, politik eksenine aldığı iktisadi, sosyal, siyasal programın uygulanmasını sağlamaktır. Devlet iktidarına daha fazla güçle donatılması için ise bilindik formül ise temel hak ve özgürlükler ve hak arama hürriyetinin sınırlarını daha fazla daraltmaktır.
Temel hakları güvencesiz bırakacak bir yetki kullanımı ise, hükümetlere tanınan takdir yetkisinin aşılması anlamına geleceği gibi bu yetkinin kullanılmasının ön koşulu olan toplumsal meşruiyeti de ortadan kaldıracaktır. Devlet, afet-savaş koşullarında, meşruiyetini; temel hak ve özgürlükleri, canlı yaşamının güvence ve koruma sistemlerini yeniden inşa etmeye ve afeti-savaş koşullarını ortadan kaldırmaya yönelik kriz hukukundan alır.  Kriz hukuku yetkilerini kullanan devletin, makul ve iyi niyetli olarak kriz hukukunu işleteceği kabul edilecek olsa bile, bu yetkilerin amacına uygun olarak kullanılıp kullanılmadığı ve bu anlamda İnsan Hakları Sözleşmelerinden doğan ve canlılığın devamını sağlamayı amaç edinen yükümlülüklere uygun olup olmadığının mahkemelerce denetlenebileceği hususu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “The Sunday Times” kararında da geçmektedir. Hükümete duyulan güvenin tesisi de işte bu takdir yetkisinin ve kullanılan yetkilerin yargısal denetimi yollarının etkin olarak kullanılmasıyla sağlanabilir. Çünkü yargısal denetim, hükümetin aldığı kararların denetimi ve halkın yargısal denetim yoluyla karar alma süreçlerine katılımı anlamını taşır. Afet-savaş süreçlerinde doğru, açık ve etkin bir bilgilendirme sürecine, afete-savaşa maruz kalanların mağduriyetini en aza indirecek bir yargısal denetime ve katılım mekanizmasına ihtiyaç vardır. Afet-savaş gibi süreçler en geniş toplumsal destek ve katkı ile aşılabilir. Ancak devletin afet-savaş süreçlerinden beklentisi ile afet-savaş gibi krizlerin aşılabilme koşulları tam da bu nedenle birbiriyle çatışır. Afetler-savaşlar, iktidarın kullanımı açısından daha fazla toplumsal meşruiyet ve karar alma süreçlerinin demokratikleştirilmesini gerektirir. Yetkinin merkezileştirilmesi de bu demokratik katılım süreçleri önünde bir engel değildir. Hükümetin takdir yetkisinin sınırının genişlemesi, bu yetkinin etkin denetiminin sağlanması ile afet-savaş sorunlarının aşılması için bir olanak haline gelir. Aksi durumda sürekli bir kriz yönetimi süreci inşa edilir ki bu da afeti-savaşı sonlandıracak bir rejimi değil; afetler-savaşlar üzerinden kriz rejiminin yarattığı merkeziyetçi yönetiminin aşırı ve denetimsiz bir güç kullanmasına yol açar. Bu durum da krizi sona erdirmez, daha fazla derinleştirir. Merkeziyetçilik, otoriter bir yönetim tesis etmenin ve verili kapitalist birikimin aracı haline dönüşür. Hükümetin yetki kullanımı, temel hak ve özgürlüklerin inşası hedefinden uzaklaşır. Bu durum, meşruiyet dayanaklarını yitirmiş bir yönetimin doğmasına neden olur.

SARKASTİK BİR DİZİNİN YENİ BÖLÜMLERİ

Bu yönüyle Türkiye 1980 darbesinden bu yana kriz hukuku rejiminden çıkmamıştır. Kobane eylemlilikleri nedeniyle Valilikler tarafından ilan edilen sokağa çıkma yasağı ve yaşanan düşük yoğunluklu çatışma haline bakarak “acaba 90’lı yıllar geri mi geliyor” tartışması abesle iştigaldir. Çünkü henüz 80’li yıllar aşılabilmiş değildir. Valiliklerin Olağanüstü Hal Kanunu uyarınca ilan edilecek olağanüstü hal koşullarında ek tedbir olarak alabileceği “sokağa çıkma yasağı kararı” almaları endişeyle karşılanmıştır. Bu kararın Anayasa’yı ihlal olduğu değerlendirilmiştir. Doğrudur. Valilik Makamı, İl Özel İdaresi Kanunu’na dayanarak bu olağanüstü hal rejimi dönemine ait bir yetkiyi “olağanüstü hal” ilan edilmeden kullanamaz. Dayanak İl Özel İdaresi Kanunu, temel bir hak ve özgürlük olan seyahat hakkını engelleyecek biçimde valiliklere böyle bir yetki vermemiştir. Ama olağanüstü hal rejimi ilan edilmeden, olağanüstü hal hukuku uygulamaları da yeni değildir.

Türkiye’de devlet eliyle sermaye birikimi sürecinde kullanılan “acele kamulaştırma” uygulaması Kamulaştırma Kanunu uyarınca ancak savaş halinde mümkünken, Bakanlar Kurulu her ay onlarca acele kamulaştırma kararı alabilmektedir. Yaşama hakkı, sermaye birikiminin zorunlulukları karşısında hiçe sayılabilmiştir. Savaş halinde, yurttaşın iki hayvanından birini devlete geri vermek üzere uygulanan bir Kanun, sermaye birikimi için son on yıldır etkin bir biçimde kullanılmıştır. Deprem riskini bertaraf etme gerekçesiyle çıkartılan, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınacak kararlara ve yapılacak uygulamalara yargısal denetim sınırı getirilmesinin gerekçesi de olağanüstü hal koşulları olmuştur. Olağanüstü hal ilan edilmeden de “Hak arama hürriyeti” olağanüstü hal rejimi gerekleri varsayımıyla kısıtlanmıştır.

Bu anlamıyla devlet rejiminin sürekliliği, kapitalist iktisadi zorunluluk alanının yasalarına tabi olduğu sürece, olağan halin olağanüstü bir hukuk sistemi altında yaşanıyor olmasını doğru değerlendirmek gerekir. Ortada “yeni” bir durum yoktur. Verili bu kriz yönetim sürecini olağanlaştıran sürecin karşısında, yöneten ile yönetilen arasındaki açıyı daraltan her deneyim savaş rejiminin her türlü baskısına açıktır. Önemli olan tarihsel bu süreklilik içinde, toplumsal ve siyasal birikimi yeni bir hukuk rejimine yüzü dönük pratikler olarak inşa edip edemeyeceğimiz noktasında açığa çıkmaktadır.  Olağanüstü halden olağan hale geçici sağlayacak olanda işte bu toplumsal güç dengeleridir. Bu nedenle herkes bildiği yolda yürümeye devam ederken, rejimin karakterini öngörerek yürümeye devam etmelidir. Olağan üstü hal hukukunun araçlarından olan acele kamulaştırma kararı, “riskli alan ilanı” neyse “sokağa çıkma yasağı” ilanı da odur. Temel hak ve özgürlüklerin bütünlüğü içinde mücadele verilmezse olağanüstü hal rejimi kendini yeniden üretmeye devam edecektir.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

Kobanê’ye sanatçılar koridor açıyor

SONRAKİ HABER

Dayê welat Kurdistan e!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa