Sen affetsen ben affetmem
Cezaevindeki mahkumların kendilerine niçin “Kader kurbanı” dediğini anlamam yıllar aldı. Kader diye bir şey yoksa da, kurban diye bir şey vardı. Kişiler suç geniyle doğmuyor, durduk yere ‘öyle’ olmuyor, iyi ve kötü ne varsa yaşadıkça öğreniyorlardı. İyilik ve kötülüğün reçetesi ise sistemler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda bireylere dayatılıyordu; nasıl, nerede ve kim olacaksın, bunu aygıtlar belirliyordu.

Selen DOĞAN
Cezaevindeki mahkumların kendilerine niçin “Kader kurbanı” dediğini anlamam yıllar aldı. Kader diye bir şey yoksa da, kurban diye bir şey vardı. Kişiler suç geniyle doğmuyor, durduk yere ‘öyle’ olmuyor, iyi ve kötü ne varsa yaşadıkça öğreniyorlardı. İyilik ve kötülüğün reçetesi ise sistemler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda bireylere dayatılıyordu; nasıl, nerede ve kim olacaksın, bunu aygıtlar belirliyordu. Sistem tanrısına kurban lazımdı. Kadınlığı da erkekliği de öğütmek için; farklı biçimlerde ve birini diğerinin celladı, birini diğerinin kurbanı yapmak için.
Şuurlu bir iç sorgulama olarak da okunabilecek bu sözlerim, peşinen söyleyeyim, toplumsal cinsiyet temelli bir şiddet suçunda faili aklamaz, suça bahane aramaz ve şu soruları heybesinde getirir: Bu şiddet niye ilk önce ve sistematik biçimde kadınlara yöneliyor? Erkekler için kurbanlaşma ne zaman başlıyor? Bu kaderleştirme oyununa karşı kendini masumlaştırma gayreti kimi nasıl ikna ediyor?
Ve devamı: İlk vazgeçilen kim oluyor? Kim zaten hep gözden çıkarılabilir durumda? Değerler pazarında kimin ederi düşüktür? Kim fedakarlık ve feragatle yan yana anılıyor? Kim bedeniyle tehdit ve tehlike üretiyor? Kimin üzerinde güç denemeleri yapılabiliyor ve bunun adı ‘gelenek’ oluyor?.. Kadınlar tabii ki. Peki, kim kadın kanı dökerek kahraman oluyor? Yanıtı herkes biliyor. Onlar, yani, Güldünya’nın, Seher’in, Şemse’nin, Fadime’nin, Hasret’in, Ayşe’nin, Kader’in, Gülay’ın ve nicelerinin kocaları, abileri, babaları birer katil fotoğrafı olarak zihnimizin ovasında koştururken, bizi yeni sorgulamalara zorluyor. Zihinsiz bir ülkede polisiye zihin oyunları mı bunlar sadece? Değil.
SUÇ ORTAĞI: ATAERKİL TOPLUM
Kadın düşmanlığının kılıflarını birer birer soymakla başlasın sosyolojik otopsi. Bergen’in anısının başucunda yapılsın mesela bu. Bergen… Piyasadaki namıyla “acıların kadını.” Kendinden önce ve sonra gazete kağıtlarına sarılmış binlerce cesetten biri. Yıllar sonra, katili olan kocasının hapisten çıktıktan sonra anlattıklarıyla hatırlanan kadın. Koca H.S.’nin şiddet çağımıza damgasını vuran o cümlesi: “Ben bu cinayeti ataerkil toplum, Bergen ve annesiyle birlikte işledim.” Müthiş! İşte sayın okur, karşınızda bir kader kurbanı!
Bir zamanlar Ankara’nın en ünlü kulübü olan Feyman’da sahneye çıkan Bergen, sahnelerin aranan seslerindendi. Konservatuvarı kazanmış ama devam etmemişti, nota onu çok sıkmış, o da “Ben içimden geldiği gibi şarkı söyleyeceğim” deyip kendi yolunu kendisi çizmişti. Sonradan şiddetiyle tanışacağı adamı bu günlerde tanıdı. Adam bekar olduğunu söylemişti ama evliydi. Bergen’le düzmece bir nikahla evlendi. Sonradan gerçek anlaşıldı ama Bergen bu adamdan bir türlü kopamadı. Devamı kezzap yakıcılığında bir hikaye bu, herkesin bildiği. Bergen’in yüzü asitle dağlandı, ama bu bile onu sahnelerden alıkoyamadı. Adana’ya giderken durdukları bir dinlenme tesisinde yemek yerken kocası Bergen’i silahla vurarak öldürdü.
Ne diyordu bir şarkısında: “Tanrım kötü kullarını/Sen affetsen ben affetmem/Bütün zalim olanları/Sen affetsen ben affetmem… Ümidimi kıranları/Bu dünyayı yakanları/Sevip bırakanları/Sen affetsen ben affetmem… Sen tanrısın affedersin/Bağışlarsın kulum dersin/Neler çektim sen bilirsin/Sen affetsen ben affetmem.”
YASA DA AFFETMESİN
Geçen yıl 237 kadın öldürüldü. Yıllar boyunca dövülen, sövülen, sakatlanan, öldürülen, kaçırılan, tecavüz edilen, zorla evlendirilen, aşağılanan, yok sayılan kadınlar oldu. Biz onları gazetelerde gördük; gözleri mor, kolları kırık, bacakları yanık, saçları yoluktu. Onları bu hale getirenler bugün artık televizyon kanallarında keşfedilmeyi bekliyor. Fırsatlar ülkemiz, küçük Amerika’da on beş saniye görünmek ünlü olmaya yetiyor. Boşanmak isteyen eşini tornavidayla 43 yerinden yaralayan Y.K., Songül Karlı’nın televizyon programına çıkıyor, Karlı hayatında ilk defa bu kadar güler yüzlü bir katil gördüğünü söylüyor. İki eşini de öldüren S.Ç., Seda Sayan’ın programına konuk oluyor, sevimliliğiyle sunucunun takdiri kazanıyor. Bergen’i hayattan alan H.S., yıllar sonra “1olup biteni bir de benden dinleyin” diyor, kitaplar yazılıyor, filmler çekiliyor. Ünlü yüzler, şiddet makyajı yapıp sosyal sorumluluk projelerine poz veriyor. Hükümet ve ilgili kurumları daha şiddetin tanımını içine sindiremeden güya planlar programlar hazırlıyor. Ve iki gün sonra 25 Kasım. Kadınlara Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü.
Bu 25 Kasım’da nelere ihtiyacımız var sizce? Kadınların dayanışmasına ve bu dayanışmaya çomak sokmayacak erkeklere ihtiyacımız var. Şiddet kültü(rü)nü ortadan kaldırmak için diyalog başlasın. İstanbul Sözleşmesi hep gündemimizde, başucumuzda bulunsun. Şiddete dikkat çekmek için ünlülerin acılar içinde poz vermesin, örneğin bağımsız sığınaklar için kampanya başlatsın. Eğlence programlarında şiddet magazinleştirilmesin, ciddi bir mesele olduğu bilinsin. Şiddet yapan cezadan kurtulamayacağını bilsin, cezasızlık kültürüyle mücadele edilsin. Aile kurumu sosyal politikaların biricik inşaat alanı olmasın ve kadınlar birer birey olarak da devletin ilgi alanına girsin. Popüler kültür figürleri haddini bilsin. Şiddeti bir terbiye aracı olarak sözlü kültüre sokan ataların kemikleri sızlasın. Bu yüzyılda bunu halen sürdürenin de bütün kemikleri kırılsın. Belki ancak o zaman, kaburga kemiği miti ufalanıp sonsuza doğru yol alır.
Bergen’e gelince. O hep orada, sonsuz uzayda şarkı mırıldanan, arada bir eteklerini toplayıp, kendisi gibi öldürülen kadınların mezarını ziyaret eden biri bence. Kocasının suç ortağım dediği ataerkil toplumun en soysuz arızasının dikili taşı.
Evrensel'i Takip Et