15 Temmuz 2011 08:54

Vakıf üniversitelerinde kim, nerede, nasıl?

ASLI ODMAN

Yakınlarda bir gazete haberinde ‘Ücrette uzayda, bilimde yaya’ olarak tanımlanan Türkiye’deki vakıf üniversiteleri evreni hakkında öncelikle bir iki temel bilgi vermek gerekiyor. Temmuz 2011 itibarıyla Türkiye’deki 172 üniversitenin 67’si vakıf üniversitesi. Bunların da yarıya yakını, talebin daha kesif olduğu İstanbul’da bulunuyor. Bunların çoğu ise son beş sene içerisinde kuruldu. Sabancı, Koç gibi bir iki adet kurucu sermayedarlarının gücü ve kıdemi ile kendi kaderini belirleme anlamında ayrışanlarını kenarda bırakırsak, diğerlerinin çoğu inşaat, dershanecilik, hastane işletmeciliği gibi sektörlerde 1980 sonrasında sermaye biriktirmiş ve bu sermayeyi  ‘üniversite sektörüne’ yatırmış bildiğimiz nispeten yeni büyüyen işverenler. Bu ‘patron’ üniversiteleri her ne kadar halen hukuken kâr amaçlı olmayan bir çerçevede, yani vakıf çerçevesinde işliyor gözükseler de, kurucuları itibarıyla kısa vadeli piyasa dinamiklerine tabiiler. Akademik özerklik, ifade özgürlüğü, bilgi ve bilim üretme süreçlerinin gerektirdiği özgül kolektif çalışma koşulları, araştırma gerekleri, araştırılan konuların toplumsal olarak faydası gibi kavramlar bu evrene, başka bir evren kadar uzak.

YENİ YÖK YASASI NE GETİRECEK?

Değinilmesi gereken bir diğer nokta da Türkiye’deki vakıf üniversitelerinin yakın zaman önce ‘Vakıf Üniversiteleri Birliği’ adında bir nevi oligopolist bir işveren örgütü kurmuş olmalarıdır. Yani söz konusu öğrenim ücretleri olduğunda, birbirinin ayağına basmayacak bir örgütlenme içerisinde olduklarını varsayabiliriz. Bu sene içerisinde çıkması beklenen yeni YÖK Yasası’nın da, ‘üçlü sistem’ diye tabir edilen bir yapıyı getirmesi bekleniyor. Nedir bu üçlü sistem: devlet-vakıf-şirket üniversiteleri üçlüsü. Bugüne kadar fiilen örtük olarak, taşeron yan hizmet şirketleri (servis, kantin, yurt, İngilizce eğitimi vs.) üzerinden kâr transferi yapmış olabilseler de, vakıf çerçevesinde kurulabilen özel teşebbüs üniversitelerinin kâr amaçlaması kanunen yasaklanmıştı. Yeni YÖK Yasası’nın ise bu yasağı kaldırması ve üniversiteleri bariyersiz ve aracısız sermaye birikimine ve kâr amacına açması bekleniyor.  Yani artık ‘üniversitecilik sektöründen’ bahsediyor olacağız. Teoriye göre bu rekabet, ‘ürün çeşitlemesi’ getirecek, yani isteyene 2 bin TL’lik bir yıllık sertifika, isteyene 40 bin TL’lik tıp eğitimi satacak, ücretler talebe göre ayarlanacak. Genç nüfus oranı, ‘diplomaya ve eğitime’ verdiği resmi ideolojisinden kaynaklanan orantısız önem ve sağladığı on yıllık kesintisiz ‘istikrarlı’ liberal ekonomik rejim ile Türkiye, pek çok merkezi Türkiye’de olan sermaye grubu ve Türkiye dışında olan uluslararası kâr-amaçlı üniversite şirketinin iştahını kabartıyor. Talebin önündeki bariyerleri kaldırmak adına önümüzdeki senelerde ÖSS sınavının bile kaldırılması gündeme geleceğe benzer. Üniversite sistemi tamamen arz ve kâr yönelimli olarak yenilenirse, talebi, yani kanlı canlı gençleri, parasını verdikleri eğitimi aldıktan sonra iş piyasasında nelerin beklediği ise, bu çerçevede bağlantısı hiç kurulmayan bir soru. Bu sektördeki gelişme aynı inşaat sektörüne benziyor. İstanbul’un konut stokunun üçte birinin boş durduğu ifade edilirken, İstanbul’a bir İstanbul ekleyecek kadar sıfır konut yapıyor büyük inşaat şirketleri. Amaç ve öncelik tabii ki konut veya barınmada değil, binaları dikme, konutları üretme sürecinde her türlü çevre, sürdürülebilirlik ve sosyal mülahazalardan arındırılmış kâr elde etme ve sermayeyi bir şekilde döndürmede. Aynı üniversite sektöründeki büyümenin amaç ve önceliğinin nitelikli eğitim ve bilgi/bilim üretimi alanında olmaması gibi.

VAKIF ÜNİVERSİTELERİ SIRALAMALARI

Türkiye’de akademik üretimin niteliği sorunuza gelince, bahsi geçen uluslararası ‘akademik performans ölçütünün’ barındırdığı çelişkilere de değinmek, sırf ‘bilimde yaya’ diyerek, bu ölçütleri tartışmaya açmadan geçmemek gerektiğini düşünüyorum. ODTÜ URAP, Times Higher Education, Webometrics Ranking of the World Universities veya Leiden gibi ‘üniversite sıralamaları’ söz konusu olduğunda sık sık zikredilen listelerin nasıl oluşturulduklarını daha detaylı incelemek gerekiyor. Türkiye’de vakıf üniversitelerinin aldığı ücret ile verdiği ‘hizmet’ arasındaki uçurum konusuna tamamen katılsam da, bu ölçütlerin de bizatihi eleştirilerek kullanılmaları gerektiğini düşünüyorum. Birincisi ‘uluslararası atıf endeksi’ sistemine bağımlı olan akademik performans ölçütleri, özellikle sosyal bilimleri, uygulamalı ve doğa bilimleri karşısında ciddi bir şekilde dezavantajlı konuma getiriyor. Bu endeksler çoğu zaman tıp, fizik veya iktisat gibi, matematikselleştirilmiş dallarda yoğunlaşan dergileri içeriyorlar. Ayrıca SCI ve SSCI denen, neredeyse fetiş haline gelmiş iki endeks bir tekel tarafından, Thomson Reuters tarafından yönetiliyor. Sosyal bilimler açısından, yerel toplumsal sorunlara faydası dokunan, yani hayata dokunan yayınlar, çoğu zaman bu endekslerde bulunmuyorlar. Türkiye’de yaşanan bir sorun hakkında çok kıymetli bir akademik kitap yayınlasanız da, bunun ‘endeksli akademik hayat’ içerisinde çoğu zaman hiç kıymeti harbiyesi olmuyor. Akademinin kendi içine referans veren, kendinden menkul, dışarıya kapalı neredeyse ‘otistik’ bir sistem içerisinde dönmesi, müdahil, yani canlı ve üretken bilimsel bilgilerin yeşermesinin bu mecrada gittikçe zorlaşmasını da beraberinde getiriyor. Ünal Nalbantoğlu Hoca da bu dönüşümün yarattığı akademisyen tipini ‘Ersatz yuppie akademisyen’ olarak tanımlamıştı.

VAKIF ÜNİVERSİTELERİNDE İŞ GÜVENCESİ VE AKADEMİK ÖZGÜRLÜK

Son olarak da, biz vakıf üniversitesinde sayısı 20 bin’e varan öğretim elemanlarının çalışma koşulları ve iş güvencesi konusuna dair iki kelam etmem gerekirse, bunlar akademisyenlerin iş güvencesinin doğrudan akademik üretimin niteliği ve kısa vadeli kâr ve iktidar amaçlarından nispeten özerk kalıp kalamayacağı ile doğrudan ilişkisi olduğudur. Bizlerin hukuki statüsü Vakıf Üniversiteleri Kanunu, YÖK Kanunu ve İş Kanunu arasına sıkışmış durumda ve fiili güç ilişkisi içerisinde bu sıkışmışlık neredeyse hep işveren lehine çözülüyor. Fakat geçen senelerde ilk davalar açıldı ve açılan davalarda idari ve özel hukuk arasındaki bu belirsiz konumumuzun, emsal davalarla çalışanların iş güvencesini artıracak şekilde çözüldüğünü gördük. Bizlerin iş güvencesi sorusu, özgür ve özerk bilgi ve bilimin üniversitelerde üretilip üretilemeyeceğinin önemli bir parçasıdır. Bu yüzden, sırf hukuka bırakılamayacak kadar önemli toplumsal bir sorudur.

*İstanbul Bilgi Üniversitesi

Evrensel'i Takip Et