Libya ve emperyalist müdahale
Şüphesiz ki Libya’da da diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi rejimden rahatsız olan kişiler veya kabileler mevcuttu. Olaylar 2011 şubatında, ülkenin ikinci büyük kenti Bingazi’de yüzlerce kişinin başbakanın istifası talebiyle düzenlediği gösteriyle başladı. Ancak Libya’daki gelişmelerde ilk göze çarpan, aşiretlerin güçlü etkisi nedeni ile hareketin kısa sürede kabileler arası bir bölünme biçimini alması oldu. Libya’da gücünün ağırlığını hissettiren yedi-sekizi başta olmak üzere yirmiyi aşkın aşiret, hem ülke ekonomisinde hem de devlet örgütlenmesinde etkiye sahipti.
Hazırlayanlar:
Ali KARATAŞ
Yusuf ERTAŞ
Ordu şekillendirilirken bile asıl vurucu birliklerini paralı askerlerden oluşmasına rağmen geri kalan birlikler, gerek subay gerekse asker mevcutları bakımından aşiretlerden gelmekteydi, belli başlı aşiretler arasında dağılmıştı. Bu dağılım, bakanlıklar bakımından da geçerliydi, bakanlıklar farklı aşiretler arasında dağıtılmışlardı ve üstelik bu bakanlıklar başkent Trablus’ta da toplanmamışlar, farklı kentleri merkez edinerek kurumlaşmışlardı. İşte bu toplumsal ve siyasi yapı içerisinde kriz patlak verdiğinde başkent Trablus ve Libya’nın batısı Kaddafi’nin elinde kalırken ülkenin doğu kısmı ve Bingazi, Kaddafi karşıtlarının eline geçti. 17 Mart 2011’de BM Güvelik Konseyi müdahale kararı aldı. Rusya ve Çin, askeri müdahaleye karşı olduklarını beyan etmelerine rağmen veto haklarını kullanmadılar.
MİLİSLERİN ÜLKESİ LİBYA
Libya’ya yapılan NATO askeri müdahalesinden sonra devlet aygıtı çöktü. Dünyanın gözünü boyamak için yapılan genel seçimlerden sonra oluşturulan hükümetlerin ülkede hiçbir hükmü olmazken, Libya, milislerin faaliyetlerinden dolayı sürekli Afganistan ile karşılaştırılan bir ülke haline geldi. Halk, milislerin faaliyetlerinden bıkmış durumda olduğu için kasım 2013’te içişleri bakanlığından izinli milislerin dağıtılmasını isteyen bir gösteri düzenlendi. Milisler, dağıtılmalarını isteyen barışçıl gösteriye ağır silahlarla, kimi gazetelerde yer aldığına göre uçaksavarla ateş açtılar. En az 48 kişi öldü ve 400’ün üzerinde kişi yaralandı.
HAFTER CIA’NIN ADAYI
Ortaya çıkan kaotik durum nedeni ile birçok kesim, asker eskisi ve Bingazi’nin yerlisi Halife Zeydan Hafter’den ve onun çevresinde toplanan ordu artıklarından medet umar hale geldi. Hafter, 1978-1987 yılları arasında Libya-Çad savaşına katıldı. Savaşın son yılında Hafter ve onun komutasındaki Libya ordusundan bir birim Çad güçleri tarafından esir alındı. Bundan sonra olanlar belirsiz. Bazı kaynaklar, Hafter’in birkaç yıl hapisha-nede geçirdiğini söylüyor. Diğer bazı kaynaklar da Libya-Çad savaşı sırasında Çad’a esir düşen Hafter’in, ABD tarafından kurtarıldığı iddia ediliyor. 1991’de New-York Times’da çıkan bir habere göre, sonraki yıllarda Hafter CIA tarafından finanse edildi ve eğitildi.
LİBYA; MISIR VE TUNUS’TAN FARKLI
Bugün Libya’da Irak müdahalesinden daha kötü bir süreç yaşanıyor. Yaşananlar Mısır ve Tunus’tan farklı ve açık emperyalist müdahaledir. Bu müdahale ile “Koalisyon güçleri” ya da “uluslararası toplum” olarak tanımlanan emperyalist güçlerin çıkarlarının garanti altına alınması, yani petrol ve nakil hatlarının denetim altında tutulması amaçlanmıştır.
Suriye’de krizin ortaya çıkması
Suriye’de ilk olaylar 2011’in mart ayında Dera’da patlak verdi. Gençler, Mısır’da ve Tunus’ta gösterilerden etkilenerek duvara “şaabyuridiskat nizam” (halk düzenin yıkılmasını istiyor) yazdıkları için Dera’da gözaltına alındı. Aşiret liderlerinin gençlerin bırakılması taleplerine olumsuz cevap verilmesi üzerine gösteriler başladı. Gösterilere Suriye polisinin ve askerinin müdahalesi sert oldu. Çok kısa bir süre içinde de barışçıl halk gösterileri yerini silahlı çatışmaya bıraktı. Burada şu nokta çok önemli; barışçıl gösterilerin geri çekilerek yerini silahlı eylemlere bırakması ister göstericilerin bir kısmının silahlanması ile olsun isterse Irak’tan gelen el Kaide militanlarının sayesinde olsun, Suriye krizi kısa sürede bölgesel ve uluslararası bir kriz özelliği kazandı.
Bu noktadan sonra Suriye halkının da talepleri Suriye krizi çerçevesinde konuşulan konular olmaktan çıktı.
SURİYE LİBYA’YA BENZEMEDİ
Krizin başlangıcında beklenti Libya’ya yapılan emperyalist müdahale ile kısa sürede rejimin değişeceği yönündeydi. Fakat Suriye’de beklenen olmadı. Beklenenin olmamasında iç ve dış birçok faktör etkili oldu. Etkenlerin en önemlilerini şöyle sıralayabiliriz;
a) Suriye vekalet savaşlarının ön cephesi
Suriye krizinde kısa süre içerisinde uluslararası ve bölgesel güçler karşı karşıya geldi. Krizin bir tarafında muhalifleri destekleyen ABD ve müttefiklerinin, diğer tarafında ise Suriye rejiminin arkasında duran Rusya ve müttefiklerinin yer aldığı bir vekalet savaşına döndü. Rusya, BM güvenlik konseyinde Suriye’ye müdahale kararına muhalefet ederek tavrını hep müdahaleye ret noktasında tuttu. Rusya’nın ve Çin’in bu tavrı nedeniyle bir türlü müdahale kararı çıkarılamadı.
b) Bölgesel aktörler sahada
Arap coğrafyasında özelde ise Ortadoğu’da etkinlik kazanmak isteyen bölgesel güçler de Suriye krizinin birebir müdahili oldu. İran, Irak ve Lübnan Hizbullahı Suriye rejiminin yanında yer alırken diğer tarafta Suudi Arabistan, Katar, Türkiye gibi bölgesel aktörler muhalefetin farklı gruplarının yanında pozisyon tuttu. Bölgesel aktörlerde kendi aralarında bir mücadele içerisindeydi. Bir tarafta Türkiye, Katar ekseni diğer tarafta Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri kendi destekledikleri muhalif grupların baskın olmaları noktasında çaba içerisinde oldular.
c) Muhalefetin karakteri
Gelinen noktada Kürt bölgesini bir tarafta bırakırsak Suriye’de savaşan grupların hemen hepsinin ortak özelliği cihatçı olması ve hemen her grubu destekleyen bir dış destekçisinin olmasıydı. Örneğin dünyanın dört bir tarafından farklı milletlerden Suriye’de savaşmaya giden cihatçıları barındıran el Kaide’nin adı Türkiye ile beraber anılıyor.
Yakın zamanda oluşturulan ve içinde 43 cihatçı grubu barındıran İslam Ordusu adlı cihatçı yapılanma, Suudi Arabistan ve onun istihbarat şefi Bandar bin Sultan’a doğrudan bağlantılı. İşte muhalefetin bu karakteri Esad rejimini eleştirenleri bile rejimi savunan bir noktaya itti.
Muhalifler sürecin başından itibaren, IŞİD ortaya çıkmadan ve bu kadar güçlenmeden önce de herkesle kavgalıydı. Kürtlerle talepleri yüzünden kavgalıydı. Filistinlilerle Esad’a karşı ayaklanmadılar diye kavgalıydı.
İster Esad destekçisi olsun ister olmasın Hıristiyanları ve Alevileri düşman olarak görüyorlardı. Örneğin el Nusra’nın komutanlarından biri, öldürülen her muhalife karşılık bir Alevi köyünü yakacaklarını söyledi. Yine sürecin başında muhaliflerin attığı slogan nasıl bir rejim tahayyül ettiklerini özetlemekteydi; “Aleviyinattabut el mesihiyin la Beyrut” (Aleviler tabuta, Hıristiyanlar Beyrut’a). Hazreti İsa’nın dilinin konuşulduğu ender yerlerden biri olan Malula beldesi bile bu grupların gazabından kurtulamadı. Beldeye yapılan saldırıdan sonra manastırın rahibeleri uzun süre militanların elinde rehin kaldı.
Arap dünyasının özellikle hassas olduğu Filistin davası konusunda da kötü bir sınav verdi. SMDK (Suriye Muhalefeti ve Devrimci Güçler Koalisyonu) Kurucu Üyesi Kemal el Labevani, 2014’ün mart ayında İsrail ile barış karşılığında, Golan tepelerinin verilme projesini açıkladı.
d) Rejimin arkası boş değil
Suriye rejimi Türkiye basınında ve özellikle hükümet yanlısı medyada Alevi azınlığına dayanan bir rejim olarak lanse edildi. Oysa Suriye Türkiye’ye yansıtıldığı şekilden farklı olarak Baas partisi ve Baas rejimi içinde Sünnilerin de olduğu çok farklı kesimleri bir arada tutan bir yapıya sahipti. Örneğin 2012 yılının temmuz ayında bombalı saldırıda ölen Davud Racha Hıristiyan’dı.
2014 haziranında gerçekleşen Suriye seçimlerinin Rojava dışında hemen hemen tüm kent merkezlerinde gerçekleştirilebilmiş olması, aradan üç buçuk yıl geçmesine rağmen rejimin hâlâ kent merkezlerinde bir kitle desteğinin olduğunun ve elinde tuttuğunun önemli bir göstergesidir.
SURİYE SADECE SURİYE DEĞİLDİR
Suriye krizi, ortaya çıktığı ilk andan itibaren bölgeselleşti ve bütün bölge ülkelerini değişik oranlarda ama kesin bir şekilde etkiledi. Bunun nedeni Suriye’nin başta Filistin ve Lübnan olmak üzere sahip olduğu ilişkiler ve geliştirdiği siyasetti. Bu nedenledir ki “Suriye sadece Suriye değildir” sözü Araplar arasında yaygın olan bir diğer sözdür.
LÜBNAN, KRİZDEN İLK ETKİLENEN ÜLKE
Çok farklı din ve mezheplerin bir araya geldiği bir ülke, Suriye’nin komşusu Lübnan, krizi derinden hisseden bölge ülkelerinin başında geliyor. Farklı din ve mezhepleri kapsayan bir ülke olduğu için Lübnan’da halen uygulamada olan devlet geleneğine göre cumhurbaşkanı Hıristiyanlardan, başbakan Sünni Müslümanlardan, meclis başkanı ise Şii Müslümanlardan seçiliyor. Ülkede iki temel siyasi yapı mevcut. Bir tarafta liderliğini Said Hariri’nin yaptığı ve krizin başından itibaren Suriye muhalefetini destekleyen 14 Mart hareketi varken, diğer tarafta liderliği Hizbullah ve onun Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın yaptığı ve Suriye rejiminin yanında savaşan 8 Mart hareketi yer alıyor.
Suriye krizi ile beraber, çatışmalar Suriye sınırındaki ikinci büyük kenti Trablus’a sıçradı. Trablus’ta Sünnilerin yoğun oluğu BabTibani ve Şiilerin yoğun olduğu Cebel Hasan arasındaki çatışmalarda yüzlerce kişi öldü. Bu süreç içerisinde başta İran Konsolosluğu olmak üzere birçok bombalama ve suikast eylemi gerçekleştirildi. Yüzlerce kişinin öldüğü ve yaralandığı bu eylemlerden sonra “Lübnan’da suikastlar dönemi geri mi geliyor?” sorusu akıllara geldi. Lübnan’da yer alan siyasi kesimler arasındaki çatışmalar Suriye krizi nedeniyle alevlendi ve hükümetin düşmesine yol açtı. Yeni seçimler gerçekleştirilmiş olmasına rağmen aylardan beri hükümet kurulamıyor. 25 Mayıs 2014’ten bu yana yeni cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda anlaşma sağlanamaması nedeniyle Lübnan’da hâlâ cumhurbaşkanı seçilmiş değil.
ÜRDÜN DERİNDEN ETKİLENDİ
Ürdün mayıs 2014’te iç işlerine karışıyor diye Suriye Büyükelçisini kovmuştu. Ama aslında tersini söylemek daha doğru. Ürdün de Türkiye gibi rejim karşıtı organizasyonun merkezlerinden biri oldu. Krizin başlangıcından itibaren istihbarat örgütlerinin cirit attığı, İslamcı militanların topraklarını kullandığı ve sınırından geçiş yaptığı haberleri eksik olmadı. Amerika, Fransa ve İngiltere’nin, 10 bin kişilik ÖSO birliği kurma girişimleri oldu. Bu birliğin oluşturulması için 200 ABD subayının Ürdün’e geldiği gelen haberler arasındaydı. Dahası 2012’de hükümeti kurmakla görevlendirilen Eski Başbakan Riyad Hicap’ın da, General Menaf Talas’ın da Ürdün’e kaçmaları tesadüf değildi. Firarından sonra Menaf Talas defalarca Ürdün’e geldi. Aralarında parlamenterlerin de olduğu geniş bir kitle bu gelişmelere tepki göstermişti.
ZATERİ: 100 BİN KİŞİLİK KAMP
Ürdün kendisinin de içinde olduğu politikalar yüzünden 6 milyonluk nüfusuna rağmen 600 binden fazla Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapmak zorunda kaldı. Örneğin bu gün en büyük kamp unvanını taşıyan Zateri kampında mülteci sayısı 100 bini geçmiş durumdadır.