Hükümranlık için halkların istismarı politikası
Fotoğraf: Envato
Anımsanacaktır; Mrs. Clinton, yıllar önce, ABD’nin Türkiye’yi “bölgenin güçlü ve önder ülkesi”(!) olarak taltif etmişti. Türkiye’yi, “genişletilmiş (ya da büyük) Ortadoğu” ve Kuzey Afrika’ya yönelik emperyalist stratejinin aktif taşeronu olarak kullanma politikasına uygun bir tutumdu.
ABD başta olmak üzere büyük emperyalist güçlerin pazar ve etki alanı mücadelesi sürdükçe, bu politikanın bölgemiz “ayağı”nda kullanılacak güç arayışı da var olacaktır. Türkiye, egemen güçlerinin izledikleri Amerikancı politikayla bu stratejiye uygun ülkelerden biri olmaya devam ediyor. AKP hükümetleri de, izledikleri “yeni Osmanlı”cı politika ile ABD stratejisine hizmette kusur etmeyeceklerini on yıla yakın süredir, çok sayıdaki uluslararası eylemleriyle yeterince kanıtladı. Irak-Afganistan-Libya en çarpıcı örnekler arasında.
Bayan Clinton, “aldığı görevi layıkıyla icrada kusursuz” bu yönetimin, Amerikan emperyalistlerine sadakatine güvenerek, birkaç gün önce, Türk yönetimine ve Suriye’ye gidecek Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na, Beşar Esat yönetimine “iletilecek Amerikan mesajı”nı, bir amir-memur; ast-üst ilişkisi tonuyla bildirdi. Amerikan yönetimi, Esat’tan, “derhal askerini kışlaya çekmesi, bütün tutukluları serbest bırakması”nı istiyordu. Eğer bu koşullar kabul edilirse, “demokratik bir geçişe destek vermek”ten de kaçınmayacaktı!
Onu, Amerikan Büyükelçisi F. Ricciardone’in, Türk yönetiminin, Suriye’ye karşı politikalarını ele aldığı ‘Genel Değerlendirme Toplantısı’ henüz bitmemişken ‘Başbakanlık Merkez Bina’ya giderek Erdoğan yönetimiyle görüşmesi izledi. Ricciardone’in açıklamasına göre; “Genel bir şekilde” görüşülmüştü. “Daha fazla bir şey söylemek istemiyorum” diye ekledi. Buna, ABD Dışişleri Bakanlığı Suriye Masası Şefi Fred Hof’un Türk Dışişleri Bakanlığı’na gelişi ve Türk yetkililere “Obama’nın mesajını iletmesi” eklendi. Obama “sert tedbirlerin devreye girmesi”ni istiyordu.
Erdoğan’ın, Suriye’nin de parçası olduğu “Büyük Ortadoğu Ortaasya hükümdarı” edasındaki açıklamaları bu ortamda yapıldı. Erdoğan, yükseliş dönemi Osmanlı Sultanı havasında, “Sabrın sonuna geldik” buyurdu.
Bu yüksekten ‘atıp-tutma’lar, Amerikan-İngiliz ve İsrail politikaları doğrultusundaki emperyalist askeri müdahaleye, Türkiye’nin, AKP hükümeti eliyle katılabilirliğinin, katılma isteğinin ön ilanı gibiydi. Erdoğan ve hükümeti, Suriye’ye karşı emperyalist-Siyonist saldırı ve işgal politikalarının misyonerliği ve taşeronluğunu üstlenmiş durumda. Türkiye’nin, bölge ülkelerinin sorunlarını kullanarak etkisini arttırma politikasıyla birlikte bu misyonerlik daha da pervasız biçimler alıyor. “İslami inanç” soyguncusu bu politika, “halka yapılan zulmü kabullenmeme” ikiyüzlülüğüyle maskelenmek isteniyor. Ama bu politika, Amerikan-İsrail politikalarına “ön müfreze olma”nın komisyonu üzerine pazarlıklarla dışa vuracak kadar pervasız, mezhepçi ve emperyalisttir.
“Sabrımız tükeniyor!” tehdidi savurana ve “Suriye bizim iç işimizdir” açıklaması yapacak kadar “yeni Osmanlıcı”lığı ciddiye almış olana, doğal olarak “ne yapacaksın, Suriye’yi işgal mi edeceksin?” diye sorulur. “Suriye içlerinde tampon bölge oluşturma” dahil “her olasılığın planlandığı” açıklandığına göre, Şam’a doğru bir “fetih” siyasetiyle Amerikan politikasının zaferi için, Suriye halkına karşı mermi olma olasılığı, yabana atılmayacak bir tehdit oluşturuyor demektir.
Basını hemen her gün “Eli kanlı Esat rejimi” diye yazılar döşenen Türkiye’yi yönetenlerin bu esip-gürleme trafiğinin “salt insani kaygılarla” olduğunu düşünmek için, insanın tümüyle avanak olması gerekir. Eli kanlı olmayan herhangi kapitalist ülke yönetiminin olmadığı bir dünyada, birilerinin salt daha güçlü oldukları ve güç politikalarıyla dünyanın diğer ülkelerini de denetim altına almak için gerekçeler oluşturmaları, “vakayı adiye”den hale gelmiştir. Türk devlet ve hükümetinin de yedeklenerek soyunduğu “büyük güç politikaları”nın en önemli özelliklerinden biri de, halkların özgürlük-demokrasi ve bağımsızlık istemlerini, her biri kendi ülkelerinde şiddetle bastırma dahil ezmeye çalışırlarken, hedefe koydukları ülkelere müdahalenin bir “kaldıracı”; gerekçesi halinde istismar etmeleri; saldırılarını “insani kaygılar”a bağlayarak meşrulaştırmaya çalışmalarıdır. “Zulme seyirci kalamayız” diye, sözüm ona cesurca açıklamalar yapan bu yönetimlerin tümü zulmün uygulayıcıları ve ortaklarıdır. Sadece kapitalist barbarlığın askerleri, mirasyedileri olduklarından; işçi sınıfı ve emekçilerin insani yaşam ve kurtuluş mücadelesine her türden saldırıdan geri durmadıklarından değil, Filistin’i ezdikleri, Afganistan ve Irak’ı işgal edip yağmaladıkları, Libya’ya saldırıda birleştikleri ve Suriye’ye müdahale gerekçeleri oluşturmaya çalıştıkları için de öyledirler! Suriye’de, bir yandan sabotajcı politikalarla yönetimi devirmek için işbirlikçi üretmeye soyunup diğer yandan yönetimin halka saldırıları nedeniyle sözüm ona “çok üzüldüklerini” açıklayan ve bu saldırılar durdurulmaz ise müdahale edeceklerini söyleyenler, kendi ülkelerinde polis ve askeri güçleri hak mücadelesi yürüten gençlerin, kadınların, işçilerin; ya da Türkiye’de olduğu üzere ulusal haklarının tanınmasını istedikleri ve bu doğrultuda mücadele ettikler için Kürtlerin üzerine sürmekten bir an olsun geri durmayanlardır. Kendi hükümranlıkları için izledikleri zorba politikaları, halkların istemlerinin istismarı üzerinden gerçekleştirmek; politika gerginlik, saldırı, çatışma ve savaş üreten bu politikalara tepkinin önlenmesinin de en etkili yollarından biridir. Korumalığını yaptıkları sömürü sistemi ve izledikleri politikalarla halkları kölelik içinde tuttukları halde, halkların özgürlüğü için çalıştıklarını söyleyecek kadar da arsız ve yalancıdırlar. Esat ve Kaddafi yönetimlerinin teslimini/tasfiyesini başardıklarında da bu ülkelerin halkalarının başına getirecekleri kendi politikalarına uyum gösteren işbirlikçilerden başkası olmayacaktır.
Bu politikaları etkisiz kılmanın yolu, bölge ülkeleri halkları başta olmak üzere halkların daha güçlü mücadelelerinin yükselmesidir. Her bir ülkenin emekçi ve ezilen kitleleri kendi gerici sınıfları ve antidemokratik yönetimlerine karşı ayağa kalkarak, dünya gericiliğinin şu ya da bu ülkedeki müfrezelerini alt edecek bir mücadeleyi başarmadıkları sürece, ne şurada burada yönetimlerin halklara saldırıları, ne de emperyalist ve işbirlikçi güçlerin dünyayı kana boğacak savaşlara sürüklemeleri tehlikesi ortadan kalkmayacaktır. Somut durumda ise, Suriye’ye yönelik bir dış saldırıya karşı çıkmak, tüm öteki halklardan daha fazla Türkiye emekçilerinin sorumluluğudur. Suriye’yi Türkiye’nin “Osmanlı’dan kalma beyliği” olarak gören AKP politikalarına karşı, iki ülke halklarının kültürel-etnik ve inançsal ilişkilerini de dikkate alan bir “kardeşlik” politikası, emperyalist-Siyonist barbarlığa karşı mücadelenin de gücü olacaktır. “Suriye halkının haykırışlarına kayıtsız kalamayız” diyenlerin Kürtlerin haykırışlarına bomba ve kurşunla yanıt verdikleri bir ülkenin emekçileri, ancak bu durumda “kan ve gözyaşından kurtulma”ya doğru adım atmış olurlar.
- Kaosun geniş mezarlığı 12 Aralık 2024 05:20
- ‘Suriye pastası’ ve duvarların dışına bakmak! 05 Aralık 2024 06:50
- Değişim; nasıl ve hangi yönde? 28 Kasım 2024 06:45
- Kürtçe eğitim Türkiye’yi böler mi? 14 Kasım 2024 04:52
- Bahçeli’nin çağrısı Kürt gerçeğinin neresinde? 07 Kasım 2024 05:41
- Sorun yoksa, telaş niye? 31 Ekim 2024 06:54
- Çürümenin toplumsallığı ve çürüyeni yönetme politikası 24 Ekim 2024 12:47
- İktidarın ekonomi kriterleri 26 Eylül 2024 05:56
- Vicdansızlık! 19 Eylül 2024 05:15
- Derin ve lağımlı bataklık! 12 Eylül 2024 05:58
- Sağın gücü ve işçilerin ‘kör noktası’ 05 Eylül 2024 05:28
- Malazgirt, Bahçeli, HÜDA PAR vs. 29 Ağustos 2024 05:40