Barışçıl çözümde ısrar tek yol!
Fotoğraf: Envato
Önceki gün Çukurca’da asker ve korucuların yaşamını yitirmesi, elbette yaşamını yitiren askerlerin ailelerini, arkadaşlarını ve yakınlarını tarifsiz acılara boğarken, Türkiye’nin duyarlı kamuoyunu derin bir üzüntünün içine çekmiştir. Ama bu vesileyle, başta TV kanalları ve “yaygın basın”, bunları kullanan, acı ve şiddeti ranta dönüştürmek isteyen kimi siyasi çevreler, sanki kendileri herkesten çok üzülüyormuş gibi, bilinen, “kalıplaşmış ölüm ve acı edebiyatını” zaten gerilen sinirleri daha da germek, acıyı öfkeye, öfkeyle alınmış kararlara dönüştürme amaçlı bir propagandayı yeniden devreye soktular. Hele işin içine F-16’lar ve bombardıman gibi, savaş niteliği yüksek biçimler girince, bu propagandaya uçakların ve bombaların teknolojik özelliklerini de katmayı, “propagandayı zenginleştirmeyi” ihmal etmediler. Bu vesileyle, “Kürt sorununun barışçıl çözümünden”, “sorunun demokrasinin geliştirilmesi temelinde çözümü”nden söz edenleri de “karşı safta” gösterme amaçlı öğeleri de ustaca öne çıkardılar.
İşte oluşturulan bu ortamda, önceki geceden başlayarak, Türkiye’nin savaş uçakları ve topçu bataryaları Kuzey Irak’ın PKK kamplarının bulunduğu (Kandil, Hakurk, Zap, Arşavin ...) bölgelerini ateş altına aldı.
Genelkurmay’dan yapılan açıklamaya göre F-16’lar ve topçular “hedeflerini” vurdular!
Hükümet cenahına gelince; son birkaç aydan, özellikle de Silvan çatışmasından beri, Kürt sorununun çözümünde şiddetin kullanılmasını öne çıkarmaya özel önem veren, strateji değişikliğinden söz eden Başbakan Erdoğan, son gelişmeyle ilgili, “Artık Ramazan sabrı da kalmadı”, “Söz bitti!” değerlendirmesini yaptı.
Ve bu cenahtan yapılan açıklamalarda; “profesyonel ordu” kurulması; “Özel Tim”in bölgeye gönderilmesi gibi önlemlere şimdi; emniyetin “terörle mücadele bölümünün” yeniden örgütlenmesinden “özel yetkili valilikler” ihdas edilmesi ya da “valilerin süper yetkilerle donatılması”nın eklenmesi için çalışmaların hızlandırıldığı belirtilmektedir. Ve bu yeni düzenlemeler, “terör örgütüyle arasına mesafe koyup koymamak” gibi hiçbir objektif kriteri bulunmayan, “barışçıl çözüm” isteyen aydınları, gazetecileri, insan hakçılarını da “suçlu” kategorisine sokan yeni “suç tanımları”yla da beslenmek istenmektedir.
Son birkaç haftaya sığdırılan bu tartışmalar, bu birkaç hafta içindeki çatışmalarda yaşamanı yitiren askerlerin toplumda yarattığı, yönlendirilmiş tepkilerin oluşturduğu ortamda yapılmaktadır.
Olup bitene biraz nesnel bir gözle bakıldığında yetkililer; sanki ortada bir sorun yokken, son birkaç haftada çatışmalar ortaya çıkmış ve bir çok asker yaşamın yitirmiş; bu çatışmaların yarattığı bir infiale yanıt vermek için “acil önlemler alınıyor” gibi davranmaktadır. Oysa ortada çeyrek yüzyılı aşkın bir zamandan beri süren bir savaş vardır ve bu savaşta bizzat devletin açıklamalarına göre iki taraftan 40-50 bin dolayında vatandaş yaşamını yitirmiştir. On binlerce insan cezaevlerinden geçmiş. Bir o kadarı da köylerinden kentlerinden edilmiştir. Ve ortada, siz şöyle başkası böyle dese de, ortada 15-20 milyon Kürdü doğrudan ilgilendiren, çok derin ve öyle, göze batanları bir halede asıp kesseniz bile içinden çıkılamayacak bir sorun vardır. Nitekim en azından 2009 Mart’ında başlatılan “Kürt açılımı” girişiminden beri hükümet de bu sorunu böyle ele alıyordu. Dahası birkaç hafta öncesine kadar İmralı’da Öcalan’la da bu sorunun çözümü için görüşmeler yapıldığını herkes bilmektedir.
Ancak şimdi hükümet, bütün bu dönemi yok sayarcasına 1990’ların “Özel Timler”ini”, “özel yetkili süper valiler”ini ve yeniden örgütlenmiş terörle mücadele birimlerini devreye sokmak için harekete geçmiş ve konuya ilişkin “özel suçlar” tarif etmeye koyulmuştur.
Hükümetin bu girişimi, sorunun çözümünde şiddeti birinci araç olarak kullanmak isteyen çevreler tarafından alkışlanmakta; “Ramazan neden bekleniyor”, “Kandil’i toz duman edelim” gibi sloganların ağır bastığı açıklamalarla hükümete “destek” verilmektedir.
Kısacası AKP Hükümeti, geliştirdiğini iddia ettiği yeni stratejisiyle, 10 yılı aşkın bir zamandan beri süren, Kürt sorununun barışçıl biçimde, Türkiye’nin demokratikleşmesinin de bir dayanağı olarak çözümü için atılan adımları ve ülkenin oluşmuş birikimini yok sayan, onu berhava eden bir hatta yönelmiştir.
Daha önceden de yaşanıp görüldüğü gibi, bu yol her adımda daha çok şiddeti, her adımda daha çok kan ve gözyaşını davet eden bir yoldur.
Bunca deneyden sonra, barışçıl çözüm imkanlarının bu ölçüde geliştiği bir dönemde bu yola girilmesinin, akıl ve vicdan çerçevesinde kalındığı sürece, anlaşılır bir tarafı da yoktur.
- ‘Devlet benim’ demek yetmedi; ‘Türkiye benim, İslam benim’ diyor 28 Ağustos 2018 01:00
- Korkak kim, cesur kim; gerçek nerede? 24 Ağustos 2018 01:00
- 'Çocuk istismarı'na karşı mücadele 09 Nisan 2018 01:00
- İfade özgürlüğünün ne ‘alanı’ ne de ‘sınırı’ kaldı! 15 Şubat 2018 00:55
- Doların yükselişinin faturasını kim ödeyecek? 04 Aralık 2016 05:44
- Mücadeleye daha ileri bir bilinçle devam! 23 Kasım 2016 00:59
- Kılıçdaroğlu barışı mı savunuyor çatışmayı mı? 20 Ağustos 2016 00:58
- ‘Muhatap millet’ demek ‘muhatap yok’ demektir! 27 Ocak 2016 01:00
- Haritadan silerek birlik mümkün mü? 11 Kasım 2015 01:00
- Mücadeleyi yenileme zamanı! 07 Kasım 2015 00:56
- Bir kez daha; Birimizin derdi hepimizindir! 06 Kasım 2015 01:00
- ‘Sistem’ dayatıp ‘fiili başkanlığa’ razı etmek! 05 Kasım 2015 01:00