Sevinsem mi, üzülsem mi?
Geçen hafta, Ankara Sincan F Tipi Cezaevi’ndeki 8 meslektaşımızdan 7’si ile görüştük. Biri, duruşma için mahkemeye götürülmüştü, biz görüşmelerimizi tamamlayana kadar dönmedi.
“Bizler sosyalistiz’’ dediler, “Dergi ve gazetelerimizde, halkımızın haklarını savunduğumuz için cezaevindeyiz. İktidarın izlediği politikaları eleştirdiğimiz için, katliamları yazdığımız için tutuklandık. Devrimci basına yapılan saldırılar, genel olarak halkımıza yönelik saldırının bir parçasıdır...”
Onları cezaevinde ziyaret ederek, mesleki dayanışmamızı gösterdiğimiz için sevineyim mi; “bu insanların sosyalizmi savunmaya hakları yok mu” diyerek, ülkemdeki basın ve ifade özgürlüğünün içinde bulunduğu utanç verici durum karşısında üzüleyim mi?
***
Farklı dünya görüşlerine ve inançlara sahip, farklı etnik kökenlerden gelen tutuklu ve hükümlü meslektaşlarımızın, “gazetecilik faaliyetlerinden” dolayı yargılandıklarını savunurken tam bir bütünlük içinde hareket edebilmekte zorlanan ve siyasi iktidarın “bunlar terörist” iddiaları karşısında tereddüt geçiren medyamız, özgürlükleri uğruna cezaevlerine girmeyi göze aldığımız medyamız, Van depremi dolayısıyla ortak hareket etmeyi başardı.
Sevinsem mi, üzülsem mi? 14 televizyon ve radyo kanalının, yardım kampanyasını geniş kitlelere ulaştırabilmek amacıyla, ortak yayında buluşabilmesi için depremlere, felaketlere, ölümlere mi ihtiyaç duymalıyız?
***
Cenaze törenlerinin, acıların, feryatların sansürlenmesini isteyen Başbakana karşı mesleki bir duruş ortaya koyamayan medya sahiplerine rağmen, halkın sesi olmaya direnen emekçi gazetecilerin, her türlü olumsuz koşula katlanarak geçtiği haberler, toplumsal duyarlılığı da artırıyor.
Bundan rahatsızlık duyan Başbakanın ifadeleri, Van bölgesindeki Kürt halkını inciten meslektaşlarımızın açıklamalarıyla kıyaslanamayacak kadar nefret söylemiyle dolu. Tekrarlayıp, bu ırkçı söyleme ortaklık etmek istemem. Ama Başbakan, deprem felaketi karşısında kendisinin bile kabul ettiği eksiklikleri ortaya koyan medyayı, sivil toplum kuruluşlarını ve siyasal partileri, “hükümetin faaliyetlerini eleştirmek suretiyle terör örgütlerinin amacına hizmet etmek ve bu yolla siyasi iktidarı ortadan kaldırmaya kalkışmakla” itham ederek, en büyük insanlık suçunu işliyor.
Başbakanın bu söylemleri sayesinde, biraz vicdan sahibi insanlar, cezaevlerindeki gazetecilerin haklı eleştirilerinin terör örgütü faaliyeti olarak yorumlandığını idrak edebilir mi acaba? Bu söylemler, böyle bir amaca hizmet ederse, sevineyim mi, üzüleyim mi?
***
Sincan F Tipi Cezaevi’nde ziyaret ettiğimiz meslektaşlarımızın bazıları görüşme salonuna getirilirken; “Kanunsuz aramaya son, keyfi uygulamalara son” şeklinde sloganlar attılar.
Tıpkı, deprem enkazının altındaki insanımızın sesini duyurmak, yerini belli etmek için attığı çığlıklar gibi cezaevinin yüksek duvarlarının dışına ulaşması için tekrarlanan bu sloganlarda insani talepler vardı:
“Hücreden aranarak çıkarılıyoruz. Üzerimizi arıyorlar. Bu yetmiyormuş gibi ayakkabılarımızı da çıkarmamızı istiyorlar bizden… Hücrede 10 taneden fazla kitabı aynı anda bulunduramıyoruz... Kırmızı kalem kullanmamız yasak… 5-6 yıl önce yürürlüğe giren bir sohbet genelgesi var. Farklı hücrelerde kalan tutuklu ve hükümlülerin kendi belirleyecekleri 10 kişiyle haftada 10 saat bir araya gelme hakları bulunuyor. Bu genelge bazı cezaevlerinde tam olarak uygulanmasına rağmen, yer yokluğu ve personel azlığı gerekçe gösterilerek, burada 6 saat olarak uygulandı... Yazdığımız mektupların çoğu sakıncalı görülerek yasaklanıyor. Gazetecilere yazdığımız kısa kısa teşekkür mektupları bile gönderilmiyor. Umur Talu’ya, Ali Suat Ertosun ile ilgili bir yazısından dolayı teşekkür için yazdığımız mektuba izin verilmedi... Haftada bir gün hapishane telefonundan 10 dakika yakınlarımızla görüşme hakkımız var. Aradığımız telefon numarasını cezaevi yetkilileri çevirmesine rağmen, bizden görüşmeye başlarken, kendi adımızı, aradığımız kişinin adını ve aradığımız numarayı tekrarlamamız isteniyor. Adli davalardan dolayı tutuklu olanlar için böyle bir uygulama yok… Disiplin cezası alanlara, mektup yasağı uygulanıyor. Bir ay mektup yasağı alan, bu sürenin devamında 3 ay da açık görüş yasağıyla karşılaşıyor. Böylece fiilen açık görüş yapma hakkımız da ortadan kaldırılıyor. Nevruz’da ve 1 Mayıs’ta kutlama yapıp, şarkılar söylediğimiz için ‘gereksiz yere marş ve türkü söylemekten’ dolayı 1 ay mektup yasağı uygulanıyor…”
***
Cezaevlerindeki meslektaşlarımıza, Kurban Bayramı öncesindeki hem ulusal hem de uluslararası düzeyde kartpostal gönderilmesi için kampanya başlattığımızdan söz ederek, “Ama geleneklerimize uygun olarak, alışageldiğimiz üzere, izniniz olursa, bu kartpostallarda ‘iyi bayramlar’ dileceğiz sizlere” diyecek oldum…
“Olsun” dediler, gözleri parlayarak, “Biz de bayramlarda kutlama yapıyoruz burada!”
***
Avrupa’daki gazeteciler, cezaevlerindeki meslektaşlarıyla uluslararası düzeydeki dayanışmalarını göstermek amacıyla, Türkçe “iyi bayramlar” yazıp kart gönderiyorlar bu bayram…
Avrupa Gazeteciler Federasyonu (EFJ) Başkanı Arne König, cezaevlerindeki meslektaşlarımıza birer mektup yollayarak, “Özgür olmanız için geçen yıl bir kampanya başlatmış durumdayız ve hepiniz serbest bırakılmadan bu kampanyayı sona erdirmeyeceğiz” dedi…
Bütün Avrupa seferber oldu, cezaevlerindeki meslektaşlarımızı kurtarmak için çaba harcıyor…
Bütün halk birleşti, depremin enkazından insanlığı kurtarmaya çalışıyor…
Hükümet ise kendi itibarının derdinde!
Bilmem, sevinsem mi, üzülsem mi?
Evrensel'i Takip Et