Munzur Kızıl Akarken
“Bu su günlerce kıpkırmızı aktı…”
Van depreminde yaşamını yitiren gazeteci Cem Emir’in cenazesi için gittiğimiz Tunceli’de böyle söylüyordu Dersimliler…
Henüz Başbakan, Dersim meselesini siyasi rant aracı haline getirmemişti…
Munzur çayı ile Pülümür çayının birleştiği dirsekteki tepelikte kurulu cemevinden baktığınız zaman o sular yemyeşildi…
O suların kızıla boyandığı günlerde, suyun içinde, ağaç kütüklerinin arkasında günlerce saklanarak yaşama tutunabilen tanıkların bildikleri ve anlattıkları henüz gündelik siyasetin gündemine girmemişti…
***
Kısacık ömrüne, Türkiye’nin gündemine oturacak haber ve fotoğrafları, bu haber ve fotoğraflarıyla aldığı ödülleri sığdıran, gazeteciliğin risklerini ve güçlüklerini yaşarken kanıtlayan Cem Emir, cemevinden sonsuzluğa uğurlanırken bile, gazetecilere “yıpranma hakkını” anımsatarak, mesleki mücadelesini sürdürüyordu…
O günlerde, kendilerini “güçbirliği platformu” etrafında birleştiren sendikaların önder kadroları il il dolaşarak, işçileri dayanışma, mücadele ve direnmeye çağırıyordu.
Mücadeleye çağrılan o işçilerin arasında, sendikal haklardan yoksun bırakılmış, işsizlik tehdidiyle köleleştirilmiş, editoryal bağımsızlığı ellerinden alınmış, yıpranma hakkı gasp edilmiş, terörist suçlamasıyla yargılanan ve tutuklanan basın emekçileri de vardı…
Tüm insani değerleri yok eden kapitalist sistemde, toplumsal hafızanın sürekli silindiği, bireyin yalnızlaştırıldığı ve önemsizleştirildiği bir üretim sürecinde, “ayak takımı” denilerek aşağılanan insanların unutkanlık eseri verdiği oylarla ayakta duran bir siyasi iktidara karşı “ayağa kalkma” mücadelesi yürütmek pek de kolay değildi…
***
Toplumsal hafızamızın zaman zaman gün yüzüne çıkabilmesi için aramızdan bazılarının acı çekmesine ihtiyaç duymamız ne kadar korkunç…
Van, yerle bir olmasaydı, iktidarın her krizi iyi yönetebildiği kanaatimiz sarsılmayacaktı…
Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz, enkazın altında kalmasaydı, gazetecilerin erken emekli olabilmesi anlamına gelen “yıpranma hakkı” tartışması yeniden canlanmayacaktı…
Ama hâlâ unutulan bir mesele var: O gazetecilerin, işverenleri tarafından hayat sigortası yaptırılmadan ve yeterli koruyucu malzemeyle donatılmadan riskli çalışma bölgelerine gönderilmemesi, görevini yerine getirirken de öncelikle kendi can güvenliklerini sağlayacak şekilde talimatlandırılması gerektiğini kimse tartışmıyor...
***
O suyun kıpkızıl aktığını siyaseten dillerine dolayanlar, işlenen tüm katliamların hesabını verecek kalıcı bir devlet politikası oluşturmak için ciddiyetle hareket etmek yerine, insanların günlük duygularına hitap etmeyi tercih ediyorlar.
Gerçekleri çarpıtan siyasi cambazlıkların toplumda yarattığı tahribatın sonuçlarını hiç kimse tahmin edemeyeceği gibi, bu birikimlerin getireceği felaketlerin sorumluluğunu da kimse üstlenmek istemez.
***
Evrensel gazetesi Ankara Temsilcisi ve TGS Disiplin Kurulu Üyesi Sultan Özer ile birlikte Tunceli’deki cenaze töreninden sonra, meslektaşımız Sebahattin Yılmaz’ın evine giderek ailesine başsağlığı dilemek üzere Erzurum’a geçtik.
Pülümür kavşağından bindiğimiz tırdan Erzurum’un dışındaki bir kavşakta iner inmez büyük bir rastlantı eseri kendiliğinden durarak bizi otobüs terminaline kadar götüren aracın şoförüyle sohbet ederken, şöyle bir bilgi aldık:
“Bugün burada birisini öldüresiye dövmüşler… Otobüse binerken, koynuna sakladığı yeşil-kırmızı renkli bir bayrağı yere düşürmüş… Etraftakiler durumu fark edince…”
***
Erzurum buz kesiyordu…
Fikir adamları tutuklanıyor; Başbakan, tutuklamaları savunuyordu…
Başbakanı destekleyen bir köşe yazarı, bir başka yazardan cımbızla alıntı yaparak, Avustralya parlamentosunda yapılan özel bir törenle Aborjinlerden nasıl özür dilendiğini yazıyordu…
Başbakan “özür literatürünü” bilmediğinden, özür diliyormuş gibi yapıyordu…
Munzur, kızıl akıyordu…
***
Gazeteciler, halkın gerçekleri öğrenme hakkı adına ayağa kalkmaya çalışıyordu…
Uluslararası gazeteci örgütlerinin temsilcilerinden oluşan bir heyet tutuklu yakınlarının acılarını dinliyordu…
Gazetecilerin yargılandığı davada, gazeteciler ve meslek örgütleri temsilcileri mahkeme salonlarına sokulmuyordu…
Parlamento, medyanın gerçekleri gizlemesinden, sansür ve otosansürden yakınıyordu…
Evrensel'i Takip Et