24 Ocak 2012 08:50

İlk işçi sınıfı devletinin sancılı ve komik öyküsü: Ölümüne

İlk işçi sınıfı devletinin sancılı ve komik öyküsü: Ölümüne

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Rus Oyun Yazarı Nikolay Robertovich Erdman’ın (1900-1970) devrim için Kızıl Ordu’ya katılmış genç bir yazarın Stalin döneminde uğradığı hayal kırıklıklarını anlattığı ve Sovyet döneminde yazılmış en iyi oyun olarak tanımlanan ‘İntihar-The Suicide’ını (1928) okumadım, izlememiştim, bilmiyordum. 2010-2011 sezonunda Tiyatro Stüdyosu yapımı olarak izlediğimiz ‘Şölen-Dinner’in İngiliz yYazarı Moria Buffini (1965), ‘İntiharı’ almış ‘Dying For It’ adıyla Londra’daki Almeida Tiyatrosu için uyarlamış, o uyarlamayı Ceren Yalçın Türkçeye kazandırmış, Mehmet Birkiye de Kent Oyuncuları için sahneye taşımış. Sovyetler Birliğinin ilk önder kadrosunun tarihteki ilk işçi sınıfı devletinin istikamet yönünü tayin ederken, daha önce tarihte benzer bir örnek olmamasının her türlü sıkıntısını çektiği dönemde geçen oyun, yazarının tanımıyla tam bir grotesk kara komedi, hatta bir fars.

ÖLEREK GERİDE KALANLARA YARARLI OLABİLMEK

Eserde Semyon Semyonovich Podsekalnikov (Engin Hepileri), karısının eline bakan işsiz bir erkektir. Evin geçimini, adı kısaca ‘Masha’ olarak anılan karısı Maria Lukianovna (Güneş Sayın) ile Masha’nın annesi  Serafima Ilyinichna (Kadriye Kenter) karşılar. Semyon, bir taraftan “ekmek elden su gölden” sadece tüketir, ama diğer taraftan kendini sürekli olarak işe yaramaz biri olarak duyumsar. İvedilikle bir iş bulması gerekmektedir, yoksa yaşamasının bir anlamı kalmayacaktır. Esasında, asıl aradığı iş de değildir, amaçtır. Yaşama tutunmasını sağlayacak bir uğraştır aradığı. Semyon, tuba çalmakla da; din, aşk, felsefe, sanatla da var olabilir.
Ya var olmaktan vazgeçerse?
O zaman ne gibi bir nedene gereksinimi olacağını düşler, düşünür.
Din, aşk, sanat, ideoloji uğruna ölmek; belki de kendisini kahraman, ölümünü de anlamlı kılacaktır. Ölerek geride kalanlara yararlı olabileceğini de kurgular. Gene de, her şeye rağmen kendisini cendere içine alan yaşamın diğer oyuncularıyla birlikte bir tiyatro sahnesini andıran dünyasında yaşamına devam etmek daha anlamlı olacaktır, anlar, kavrar.  

ÜZÜMÜN MAYALANMASI YA DA HAMURUN KABARMASI

Mehmet Birkiye, oyunu üzümün mayalanıp şaraba dönüşmesi ya da hamurun kabarması gibi (Bu benzetme bana aittir, ikinci kez kullanıyor olabilirim, aman haaaa…) dakika dakika oluşturmuş, oyuna sürükleyici bir güç katmış. Oyuna hem alegorik, hem de gerçekçi yönden yaklaşmış. Gerçi tempoyu genel anlamında yüksek tutarak izlenmeye süreklilik kazandırmak için yer yer abartılı tablolar yaratmış, ama alışılagelmiş kaba gülünçlüklerden; olmayacak, yabansı şakalaşmalardan yararlanmamış, güldürmeyi asla kaba olmayan bir biçem içinde kotarmış. Barış Dinçel’in dört tabloya bölerek oluşturduğu sahne düzeni ve Cem Yılmazer’in sarı ton ışıkları da, eminim kendisine mizansen kurma konusunda yardımcı olmuş. Yani, oyunu sahneye usta işi çakmış!

ÇİĞDEM ERKEN’İN MÜZİKLERİ SEYİRCİYİ DÜŞÜNMEYE SEVK EDİYOR

Başak Özdoğan’ın kostüm tasarımıysa gerçekten “çok iyi” çıkmış. Çiğdem Erken’in müziğindeki tınılar belli ki siyasal bir bilinçle kotarılmış, dolayısıyla oyuna iletisi olan, karakterlerin söylemek istediklerini bu yolla iletebilecekleri müzikler yayılmış. Cihan Yöntem, koreografisiyle dans tablolarını tek kelimeyle cilalamış. Ceren Yalçın yapıtı, eleştirilemeyecek titizlikle dilimize aktarmış.

ÇAĞRI ŞENSOY KUTLANASI BİR OYUN VERİYOR

Oyunculuklara gelindiğinde söyleyeceklerim şunlar olabilir: Sükan Kahraman, Peder Yelpidi’ye, Hüseyin Sevimli, Şair Viktor Viktoroviç’e temel kurallara uygun bir yorumla can veriyorlar.  Stepan Vasilyeviç’de Edip Tepeli,  Oleg Leonidoviç’te Tanju Girişken, Klarnetçi’de Alican Yılmaz, Partideki Dansçı Kızlar olarak Gülşah Süerdem,  Zeynep Anacan, Yegor Timoveyviç (Komünist)’de Ferdi Alver görevlerini kusursuz yerine getirmekteler. Kleopatra Maximovna (ya da  ‘Kiki’)’da Ebru Soyuerdem bir iki yerde fazla köpürtüyor. Soyuerdem için gene de: “Abartılı, ama kötü değil” demeliyim. Kent Oyuncularının yeni yeteneği Çağrı Şensoy, Aristarkh Dominikoviç (Büyük-Skubik)’e gayet nesnel yaklaşmış. Bilinçli ses kullanımı, diyalogları doğru ve akıcı kullanması ve temponun düzeyine olumlu katkısıyla gerçekten kutlanası bir oyun vermekte. Serafima Ilyinichna’da Kadriye Kenter, olay örgüsünü klasik fabl ile birleştirerek başarıya kutlanacak bir çizgi üzerinde ulaşıyor. Hani yani Serafima Ilyinichna’da Kadriye Kenter’de neredeyse gerçekten can bulacak. Kenter, kenarda köşede de olsa, oyuna Commedia dell’Arte’de olduğunca küçük ‘lazzo’lar eklemesiyse oyunun renk damarı olmuş.

BÜLENT ŞAKRAK’IN KALABUSHKİN İLE KAPSAMLI İLİŞKİSİ

Margarita Ivanovna Peryesvetova’da Hare Sürel doğal olarak yaptığı ani hareketleri, devinimleri, yürümesi ve bunlarla birleştirdiği ‘özel’ tavırla çizdiği ele avuca sığmaz, sevimli, zeki karakterle oyunun eksenini oluşturanların arasında. Bülent Şakrak, hiç kuşkum yok ki Alexander Petrovich Kalabushkin ile kapsamlı bir ilişki içinde. Bir sevgi ilişkisi bu; ancak bu yüzden de her sahici sevgide olduğu gibi temelde çelişkili, sancılı, uyum ve uyumsuzluk dolu. Üstlendiği bu rol, bu maske Bülent Şakrak’ın bir anlamda ta kendisi, ama ‘kendisi’, maskesinin ardında tiyatronun bütününü hiç mi hiç unutmuyor. Maria Lukianovna (nam- diğer Masha)’da Güneş Sayın oyuncunun en yoğun anlatım aracının hareket olduğunu bilerek fevkalade bilinçli ve ekonomik bir oyun veriyor. Vücut yapısının, canlandırdığı karakterin bir parçası olduğunun pek güzel ayırtında... Ellerinin, sırtının, ayaklarının herhangi sözlü anlatımdan daha verimli ve etkili olacağını iyi bellemiş.

MÜKEMMELİYETE ULAŞMAYI HEDEFLEYEN BİR OYUNCU: ENGİN HEPİLERİ

Engin Hepileri’ninse mükemmeliyete ulaşmayı hedefleyen doğuştan gelen özel yeteneğini ‘Ölümüne’de gene ortaya saçtığına tanık oluyoruz. Esnek ve hareketli bir vücut, çok iyi ses ve tonlama... Bütün bunlara oyunculuk anlayışı ve yorumlama gücünü de eklemeyi becerebilince ortaya kusursuz bir Semyon Semyonovich Podsekalnikov çıkıyor.
‘Ölümüne’ iyi bir oyun.
“Dönemsel sıkıntılara oyunda yer yok, bu ne mene iştir” diyerek ‘Ölümüne’yi beğenmeyenler bana sorarsanız “Ya sayı saymayı bilmiyor” ya da tiyatrodan “bihaber” yaşıyor.


SİZ OLSANIZ NE YAPARDINIZ, HANGİ YOLU SEÇERDİNİZ?: ÖKSÜZLER

Türk tiyatrosuna yeni bir ufuk açarak alternatif tiyatroların yol göstericisi olan tiyatro topluluğu Dot, 2011-2012 sezonunda da gene ‘aile’ temalı ‘Öksüzler-Orphans’ başlıklı bir oyunla seyirci karşısına çıktı. Yönetmenliğini Tuğrul Tülek’in yaptığı oyun, bir yangın sonrası öksüz kalıp yetimhanede büyüyen iki kardeşin gece boyunca devam eden öyküsünü anlatmakta. İngiliz Yazar Dennis Kelly’nin  (1970) ilk kez 2009’da Bermingham Repertory Theatre’da sahnelenen bu oyunu, her ne kadar iki kardeşin öyküsü gibi algılansa da, esasında toplumun öksüzleştirilmesi anlamını taşımakta.  Zira toplumu yöneten ve toplumun güvenliğinden sorumlu insanlar, toplumu oluşturan insanları terk ederek yüzyılın gerçeğini oluşturmakta.
Oyun bu gerçeği enine boyuna irdelerken, bir yandan da cehaletle,  eğitimsizlikle, sosyal koşulların yetersizliğiyle, eşitsizliğiyle ilgili iletiler salgılamakta, abla-enişte-kardeş üçgenli bir aile üzerinden bütün toplumu sarıp sarmalamakta.

ENDİŞEYLE SARMALANARAK TRAJEDİYE SÜRÜKLENMEK

Oyun, evliliklerinde hiçbir sorunları olmadığı anlaşılan genç çift Danie (İbrahim Selim) ile Helen’in (Gizem Erdem) evlerinde ikinci kez bebek sahibi olacakları haberini kutladıkları bir akşam yemeği tablosuyla başlıyor. Helen’in erkek kardeşi Liam (Yusuf Akgün), üstü başı kan içinde eve geliyor, sokakta başına gelenleri anlatmaya başlıyor. Genç adam sokakta olanları anlattıkça öykü karmaşıklaşıyor, arapsaçına dönüyor. Anlattıklarının arasına sinmiş boşluklar kuşkuları çoğaltıyor ve aile büyük bir endişeyle sarmalanmış olarak trajediye doğru sürükleniyor.

KESYAP ETKİSİ YARATAN REPLİKLER

‘Öksüzler’ metni sağlam, doğrudan oyuncu performansına dayalı bir oyun. ‘Öksüzler’i sahneye koyan Tuğrul Tülek, şiddetin varoluşunu, ama bunu görmezden gelmemizi irdeleyen metni sahneye taşırken, büyük oranda gevşekmiş gibi anlaşılan, neredeyse gelişigüzel gibi algılanan, serbest oyuncu yönetimi örneği sergiliyor. Gel gelelim, Tuğrul Tülek oyunun tematik bütünlüğünün etkileyiciliğinin bozulmasına asla izin vermiyor. Tülek’in bu tavrı, oyunu postmodern bir duruşa da oturtuyor. Replikleri kolaj etkisi yaratır biçimde seyirciye yediriyor. “Senin başına geldiğinde mi harekete geçersin” sorusunun izleyici vicdanlarını gıdıklamasını mükemmelen sağlıyor. Danny, Helen ve Liam’dan oluşan ailenin toplumun eğretilemesi (metafor) haline gelmesine katkı sağlıyor. Üç karakterin sahnedeki her bir eyleminin giderek bizim vicdanımızı, sağduyumuzu simgeler hale gelmesini sağlıyor.
 

OYUNCULUKLAR

Selin Girit’in çevirisi birkaç küçük söylem hatası dışında başarılı… Alaz Köymen ışık tasarımında duvarlara vuran o gölgeleri bilerek mi yarattı, bilemiyorum. Oyuncular… Gizem Erdem, İbrahim Selim, Yusuf Akgün nasıl mı oynuyorlar?   
Aaa, o kadar da “Armut piş ağzıma düş”çü olmayın yahu!
Bakın, ben bu yazıya oturmadan az önce oyundan geldim, üşenmeyin siz de alın biletinizi, gidin görün oyunu. Erdem-Selim-Akgün üçlüsü nasıl döktürüyorlar, varın siz karara varın.  
Ben şimdi: “Siz ne yapardınız, hangi yolu seçerdiniz” sorularına kendimce yanıt aramaktayım.  

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa