28 Şubat muhtırası
İnsan hafızası çabuk unutuyor. Sovyetler Birliği yıkıldığında, Gorbaçov’un perestroykasına karşı yürütülen tankların üzerine Boris Yeltsin çıktığında, Romanya’da Çavuşesku’nun eşiyle birlikte kurşuna dizilişini televizyonlardan izlediğimizde, Kuveyt’i işgal eden Irak’a düzenlenen hava operasyonlarının renkli ışıltılarına beyaz camın üzerinden bir oyun oynar gibi baktığımızda, hep şunu düşünürdük: Tarihsel bir dönemden geçiyoruz, tarih yeniden yazılıyor.
Sadece o toplumdaki güç dengeleri değil, uluslararası güçlerin duruşu da tarihsel olayların akışında etkili oluyor. Böyle bir konjonktürde, birbiriyle mücadele eden siyasi güçlerin, dengeleri kendi lehine bozmak amacıyla sadece toplumsal sorunları (ekonomik, etnik, dinsel, ...) kullanmadığını, provokasyon ve dezenformasyon yöntemlerine de başvurduğunu unutmamak gerekir. Sonuçta, yeni oluşan dengelerde iktidarı ele geçiren siyasi güç, elbette, tarihsel süreci kendi bakış açısına göre yeniden yorumlama hakkını da kendinde bulabilmektedir.
***
Hafızamı tazelemek için 1995-1998 dönemine ait TGS Ankara Şubesi Çalışma Raporu’na göz attım. 28 Şubat sürecini o günkü bilgi birikimi, gözlem ve değerlerimize dayanarak, sınıfsal bir bakış açısıyla şöyle tahlil etmiştik:
“Döneme damgasını vuran en temel iki olgu; irticai hareketlerdeki yükseliş ve devlet içindeki çeteler oldu. İrtica ve çeteler olgusunun, siyasi alanda sahipliğini yapan iki partinin oluşturduğu 54’üncü koalisyon hükümeti ise ülkeyi tam bir iç savaş ve askeri darbe eşiğine getirdi. Aslında bu yıllar, devlet içi hesaplaşma ile farklı sermaye kesimleri arasındaki iktidar kavgasının somut olarak kamuoyuna mal edildiği bir dönem olarak dikkat çekiciydi.
(…) Bu dönem, aynı zamanda, hükümet arayışlarını da yönlendiren büyük işçi hareketlerine sahne oldu. Ücret kavgası veren işçi sınıfı, Türk-İş’in önderliğinde Kızılay Meydanı’nda tarihinin en büyük gösterilerini ortaya koydu. TBMM’deki güven oylamasına rastlayan gösteriler sırasında, Tansu Çiller hükümeti gerekli çoğunluğu sağlayamadı. İktidarın bu yenilgisinin ardından toplusözleşmelerde anlaşma noktasına varıldı.
(…) Bu karışıklıklar arasında 1995 yılının sonlarında yapılan genel seçimler, var olan bütün sorunları 1996 yılına ve sonrasına taşıdı. İrticai akımların siyasi alanda 1994 yerel seçimleriyle somutlaşan yükselişi sürdü. Tansu Çiller’in malvarlığıyla ilgili iddialar ise hiç eksilmedi.
Genel seçimlerden sonra, 1996’nın ilk aylarında, sermayenin baskısıyla, ANAP ile DYP arasında kurulan koalisyon hükümeti, Tansu Çiller hakkındaki yolsuzluk iddialarıyla ilgili olarak RP tarafından verilen soruşturma önergesine ANAP’lıların olumlu oy vereceğinin anlaşılması üzerine bozulurken, yeni hükümetin, söz konusu önergenin sahibi ile mağduru arasında kurulması kamuoyu vicdanında sorgulandı.
RP lideri, kendileriyle birlikte hareket edenlerin, “Sütten çıkmış kaşık gibi ak” olacağını ifade ederken, DYP ile koalisyon kurduktan sonra RP’lilerin kendi verdikleri önergeye ret oyu kullanmaları; DYP’nin de Erbakan hakkındaki soruşturma önergelerinin reddedilmesine katkı sağlaması, daha başından Refahyol iktidarının, “Yolsuzlukları örtbas etmek amacıyla kurulduğu” inancını yaygınlaştırdı.
Bu dönemde, sermayenin asıl taktiği, din kurallarını devlet yönetiminde egemen kılmayı hedefleyen bir partinin olabildiğince siyasi iktidardan uzak tutulması olmasına rağmen, sermayeyi temsil eden iki siyasi parti arasındaki çekişme, Refahyol denemesini zorunlu kıldı. Sermaye umuyordu ki, Refah Partisi artık marjinallikten kurtulup “merkezdeki boşluğu dolduracaktı”! Halbuki, Refah Partisinin vitrininde gözükenler ne kadar marjinallikten uzak durmaya da çalışsalar, partinin özünü yansıtan kişiler gerek sermayeyi, gerek asker bürokrasisini, gerekse toplumun geniş kesimlerini tedirgin edici davranışlardan bir türlü kendilerini alıkoyamıyorlardı; zira kendi gerçek tabanlarını canlı, diri ve dayanışma içinde tutmak zorundaydılar.
(…) RP iktidarının gerisinde, uygun ekonomik koşulları bularak büyüyen, İslami kuralların devlet yönetiminde de esas alınmasını isteyen yeni bir sermaye kesimi vardı. O zamana kadar devlet mekanizmalarına sahip olan egemen sermayenin ise kendisini dışlayan bu yeni sermayedarlara iktidarı kaptırmak istememesi, gruplar arasında gizli bir savaşı başlattı. Yeni sermaye kesimi ile ülkede egemen olan sermaye arasındaki iktidar kavgasının, politik alana yansıması da “laiklik, demokrasi ve cumhuriyet” tartışmaları temelinde oldu.
(…) Elbette sermayenin içindeki bölünmüşlük; artık tümüyle sermaye sahiplerinin egemenliğine geçmiş olan, onların sözcülüğünü üstlenen, ihale takipçiliği yapan, gerektiğinde kişisel çıkarlar için baskı unsuru görevi gören basın-yayın organlarına da yansıdı.
Kamuoyunda, “İslami” ve “laik” olarak bölünen sermaye arasındaki kavga, aynı adlarla anılan basın-yayın organları aracılığıyla yürütüldü. Refah Partililerin laiklik aleyhtarı sözleri, “bir kısım medya” adı verilen basın-yayın organlarınca büyütülerek kamuoyuna sunulurken, karşı gruptakiler Refahyol iktidarının icraatlarını savundular.
Bu arada, iktidarın değişmesi, medya organlarına verilen teşvik kredilerinin sadece kanalını değiştirdi. Geçmişte iktidarlarla iyi geçindikleri sürece bol bol ucuz kredi alan Hürriyet-Milliyet ve Sabah grupları, Refahyol döneminde, tümüyle kesilmese bile iyice azalan miktarlarda kaynak bulabildiler. Buna karşılık, bu dönemde, ucuz teşvik kredileriyle beslenenler “İslami medya” adı verilen gruplar oldu.
Bu gizli kavga sırasında, egemen sermaye kesimi; karşısında yükselen yeni sermayenin tehdidi, pazarların kaybedileceği endişesi ve finans kaynağı olan siyasi iktidarın elden gideceği kaygısıyla, toplumun geniş kesimlerinin desteğini alma arayışına girdi. Böylece, egemen sermaye “demokrasiyi öğrenmeye” başladı. … (İrticai akımların gelişmesi yeni değildi, ancak ilk kez egemen sermayenin çıkarlarını tehdit eder boyuta Refah Partisi aracılığıyla iktidara gelince ulaştı.)
Geçmişte sol grupları kendileri için bir tehdit olarak gören ve tasfiyeye ses çıkarmayan sermaye, bu kez solu bir denge unsuru olarak kabullenir oldu. 12 Eylül askeri darbesi sonrasında yapılan yasal düzenlemelerle, işçilerin bütün temel haklarının kökünden kesilip atılmasını alkışlayan sermaye, koşullar aleyhine dönünce işçi kesiminin desteğini arar hale geldi. Sermaye kesimi, “Bütün mücadelelerinde olduğu gibi bu kavgasında da kendisini işçi sınıfına başvurmak, onun yardımını istemek zorunda” gördü. TOBB, TİSK, TESK, TÜRK-İŞ ve DİSK’in ortak bir platform oluşturması bu ihtiyaçtan kaynaklanıyordu.
(…) Bu arada, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, Türk-İş Genel Başkanı ile yaptığı görüşmede, “Bu ülkenin kanını işçiler sömürüyor” diyerek, gerçek yüzünü bir kez daha gözler önüne seriverdi.
(…) Refahyol iktidarının her iki kanadının da attığı tüm adımlar, toplumda gerginliği sürekli tırmandırmaya yetti de arttı bile. Hukuku yok saymak, keyfi davranışlarla iktidar olmanın verdiği gücü kullanmak alışkanlık haline getirildi.
Bütün bu gelişmeler, irticadaki yükselişin tehlikeli boyutlara ulaştığı ve çeteleşme iddialarının da gerçeği yansıttığı kanaatini toplumda güçlendirdi.
(…) Ülkede, Temmuz 1996-Haziran 1997 döneminde gelişen koşullar altında, öncelikli amaç, Refahyol iktidarının sona erdirilmesi olarak belirdi.
Bu hedefe ulaşılmasında, toplumda yükselen büyük tepkinin önemli payı olmakla birlikte, sonuç alıcı kesin hareketi başlatan -üzülerek söylemek gerekir ki- askeri güçlerdi. Askeri yetkililer, Sincan’daki tankların “demokrasinin balans ayarı”nı yaptığını belirterek, kavgayı yeni boyutlara taşıdılar.
28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında, Kurulun asker üyeleri hükümete, yükselmekte olan irticaya karşı mücadele için bir dizi kararın uygulanması talebini ilettiler. Bu, bir nevi “muhtıra” niteliğindeydi…”
Sonrasını herkes biliyor…
Yukarıdaki tahlili günümüzde sürdürecek olursak, İslami sermayenin artık siyasi iktidarı büyük ölçüde ele geçirdiğinden ve kendisinden önceki egemen güçlerin kullandığı tüm devlet mekanizmalarını kendi muhaliflerini yok etmek için aynen devraldığından söz edebiliriz.
Onun için önceki haftaki yazımda, bu Anadolu halkları neler gördü neler geçirdi, “Bunlar da geçer, aldırma” demiştim. Onun için umut ışığı olmasa da umutsuz değiliz diye haykırmıştım.
Evrensel'i Takip Et