Özerklik mi demiştiniz?..
Yıldırım Demirören, tek aday olarak girdiği Futbol Federasyonu Genel Kurulundaki seçimde kullanılan geçerli 229 oyun 221’ini alarak başkanlık koltuğuna oturdu. Demek üzerinde bu kadar yüksek oranla mutabık kalınabilen bir isimdi Demirören. 8 yıllık Beşiktaş Başkanlığı döneminde ortaya koyduğu “parlak” yöneticilik grafiği, federasyon başkanlığı seçiminde oy kullanan delegelerin ezici çoğunluğu tarafından çok etkileyici bulunmuş olunmalı!.. Uyguladığı politikalar nedeniyle Beşiktaş’ın şu anda özellikle mali açıdan ne kadar zor bir durumda bulunduğunu bilmeyen var mı? Ama anlaşılan bunu dikkate alan ve önemseyen pek kimse yok.
Şimdi bu oyların Demirören’e, futbolda yaşanan bütün sorunları çözüme kavuşturacağına duyulan inançla verildiğine mi inanacağız? Demirören’in “tepeden” işaret edilerek (Bir anlamda dayatılarak) ve türlü vaatler dağıtılarak seçtirilen bir başkan olduğu açık değil mi?
Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç bir yandan Futbol Federasyonunun özerk bir yapıya sahip olduğunu hatırlatırken, diğer yandan herkesin Demirören yönetimine destek vermesi gerektiğini söylüyor. Bir bakanın, herkesten koşulsuz destek beklentisi içinde olduğunu ve hiçbir aykırı ses duymak istemediğini ifade etmesi özerklikle bağdaşıyor mu? Bakan Kılıç istiyor ki, Demirören yönetiminin alacağı bütün kararlar, uygulamaya koyacağı bütün icraatlar gözü kapalı desteklensin. Bir yandan Suat Kılıç’ın Demirören yönetimine duyduğu sonsuz güveni hayranlıkla(!) izlerken, diğer yandan bu güvenin kaynağını merak etmekten kendimizi alamıyoruz.
Kılıç’a göre hiç kimsenin bu süreçte kenarda durup, “Bakalım Yıldırım Demirören başarılı olacak mı, olmayacak mı” demeye bile hakkı yok. İlla ki tam ve koşulsuz destek bekliyor bakan. Demirören yönetimi ne yaparsa yapsın sorgusuz sualsiz kabul edilecek, onaylanacak!.. Bununla yetinilmeyip herkes katkı da verecek!.. Peki katkı nasıl verilir?.. Her şeye “evet” diyen piyon rolüne soyunarak mı, yoksa ufuk açıcı, zihin geliştirici tartışmalara, eleştirilere, sorgulamalara girişerek mi?.. Bakan Kılıç “katkı” derken, belli ki sadece koşulsuz desteği kastediyor. Medyadan siyasete, sivil toplum örgütlerinden spor kurumlarına kadar herkesin en azından psikolojik katkı sağlaması lazımmış. Yani desteklemiyorsan bile en azından muhalefet etme!.. Çünkü böylesine zor ve hassas bir dönemde çıkacak “çatlak” sesler, yeni yönetimin moralini bozup, psikolojisini etkileyebilir!.. Bu da elbette sorunların çözümünü zorlaştırır...
İktidardan icazet al, tek aday olarak seçime gir ve başkan ol. Sonra da kararların, icraatların bakan koruması ve desteği altında tartışılmaktan, eleştirilmekten, sorgulanmaktan muaf tutulmaya çalışılsın. Ne güzel bir özerklik!..
HESAPLAR, SÖZLER, VAATLER
Trabzonspor Başkanı Sadri Şener, küçük hesaplar içinde çırpınmaktan bir türlü kendisini kurtaramıyor. Kendisine ne tür vaatlerde bulunulduysa, beklentisi büyük!.. Yönetim kuruluna ve değişen alt kurullara arkadaşlarını soktuklarına dikkat çekerek, bu arkadaşları sayesinde artık süreci yöneten ve istediğini alan bir güç haline geldiklerini belirtiyor. Nasıl yani?.. Futbol Federasyonunda görev alan yöneticiler futbolun değil de, gönül verdikleri kulübün esenliği ve çıkarı doğrultusunda mı çalışıyorlar? Federasyon yönetimine adam sokmak, istediğini almak konusunda avantaj sağlamak anlamına mı geliyor? Yönetim kuruluna ve alt kurullara adam sokarken bambaşka hesaplar, pazarlıklar yapılıyor demek ki...
Şener, şu anda camiadan ve taraftarlardan tepkiler gelse de, attıkları adımların ne kadar yerinde ve haklı olduğunu yakında herkesin göreceğini söylüyor.
Evet, Demirören ile Trabzonspor arasında ne gibi pazarlıklar yapıldığı ve nasıl bir anlaşma sağlandığı kısa zaman içinde ortaya çıkacak gibi görünüyor.
Trabzonspor’un resmi İnternet sitesinde yayınlanan kutlama mesajı bile aslında çok şey anlatıyor. Mesaj aynen şöyle: “TFF Profesyonel Disiplin Kuruluna atanan eski yöneticimiz Av. Yusuf Reha Alp ile Temsilciler Kuruluna atanan eski yöneticimiz Adnan Müftüoğlu’nu kutluyor, görevlerinde başarılar diliyoruz.” Ne kadar tuhaf!.. Aynı görevlere atanan ancak Trabzonsporlu olmayan yöneticiler, kutlanmayı ve görevlerinde başarılar dilenmeyi hak etmiyorlar mı?.. İlkel, ayrımcı, çıkarcı bakış açısının, kutlama ve başarı dileme mesajlarına kadar sinmesi, yabancılaşmada gelinen noktanın göstergesi bir bakıma. Herkesin, “Önce benim kulübümün çıkarları” anlayışıyla boy gösterdiği bir ortamda sorunlar çözülebilir mi?..
Bu arada, Ünal Aysal’ın konuşmaları da, Demirören ile Galatasaray arasında birtakım pazarlıklar yapıldığı izlenimi veriyor. Birkaç hafta önce, 58. maddenin değiştirilmesi gündemiyle toplanan genel kurulda Demirören, Galatasaray’ı şikecilikle suçlamamış mıydı?.. Ama o laflar geride kaldı. Şimdi uzlaşma zamanı!.. Ünal Aysal, “Yıldırım Demirören, Avrupa’ya gitmemizi engellemeyeceğine dair bize söz verdi” diyor. Görüldüğü gibi, işin içine sözler, vaatler, ödünler girince uzlaşmak ne kadar da kolaylaşıyor...
SKANDAL VE GAF
Öte yandan, bakan seviyesinde, desteklerin esirgenmemesi çağrısı yapıla dursun TFF daha kurulları oluşturma aşamasında bir skandala imza attı bile.
Federasyonun, Merkez Hakem Kurulu Başkanlığına (MHK) hakem kökenli olmayan eski Beşiktaşlı Futbolcu Zekeriya Alp’i atamasının, UEFA’nın “Hakem Komitesi Oluşumu” kriterlerine aykırı olduğu ortaya çıktı. TFF’nin, UEFA Hakem Konvansiyonu statüsündeki, “Kurul üyeleri hakem uzmanlarından oluşmalıdır” şartına rağmen hakem kökenli olmayan bir MHK başkanı ataması bakalım ne gibi gelişmelere yol açacak?
Tabii bir de Yıldırım Demirören’in gafı var. Şike davasını sonuca bağlamak konusundaki kararlılıklarını vurgulamak isterken, “Kanayan parmağı keseceğiz” diye konuştu Demirören. Kanayan parmak kesilmez, tedavi edilir oysa. Ancak kangrenleşme söz konusuysa parmak kesilir. Kafayı gözü yara yara yöneticilik yapma anlayışının dile yansımasından başkaca bir anlamı olabilir mi bu gafın?..
Ayrıca, herkese mavi boncuk dağıtılırken, “Şike davasını sonuçlandırmak için radikal kararlar alacağız” söylemi de hiç inandırıcı gelmiyor.
MİLLİ TAKIM
Milli takım, Abdullah Avcı yönetiminde çıktığı ilk karşılaşmada Slovakya’ya 2-1 yenildi. Bu yenilgi sonrasında medyanın Avcı’ya karşı gösterdiği son derece hoşgörülü tavır şaşırtıcıydı. Normalde, “değerli” düşüncelerinden yararlanabilmesi için hemen Abdullah Avcı’ya akıl vermeye, yol göstermeye başlamaları beklenirdi.
Milli takıma yeni (genç) oyuncular kazandırma konusunda kararlı görünen Avcı’ya zaman tanınması ve sabır gösterilmesi konusunda herkes hemfikir. Elbette ki böyle bir revizyon sabırla desteklenmeli. Ama diğer yandan da beklentiler fazla büyütülmemeli. Sonuçta ülkede oynanan futbolun düzeyi belli. Futbolu pazarlayabilmek için yırtınan medya çığırtkanlarına bakmayın. Onlar istediği kadar, sahte övgülerle vasat futbolu parlatmaya ve olduğundan daha üst düzeyde göstermeye çalışsınlar, gerçek ortada. Öyle, “Nefes kesen maç”, “Müthiş mücadele”, “Futbola doyurdular” gibi gaz verici söylemlerle bu işler yürümüyor. Herkesin Abdullah Avcı’dan ses getirecek bir milli takım yaratmasını beklemesi gayet doğal. Ancak, futbolun çıtasını yukarılara taşıma konusunda, atıp tutmamak, ayakları yere basmak gerekiyor. Ülke futbolunun
-futbolcu, teknik adam, yönetici, medya ve taraftar bağlamında- sahip olduğu mevcut bilgi, kültür, yaklaşım, deneyim, yetenek kapasitesi ve potansiyeliyle dikkat çekici bir tırmanış gerçekleştirmek hiç de kolay değil. Yüksek beklentilerin hayal kırıklığına dönüşmesi, yeni arayışları ve dolayısıyla istikrarsızlığı kaçınılmaz kılıyor.
Tabii Abdullah Avcı’nın da, “Futbolcularım istekli ve iyi niyetliydi” gibi hiçbir anlam taşımayan soyut ifadelerden kaçınıp, bilgiye ve bilimsel verilere dayalı, somut çözümlemeler içeren değerlendirmelere yönelmesi, kendisine duyulan güveni artırıp pekiştirecektir. Futbolcuların istekli ve -oynamak anlamında- iyi niyetli olmaması mümkün mü? Böyle bir şeyden şüphe edilebilir mi? İçinde böyle bir istek ve niyet bulunmayan hangi futbolcu eleştiri alacağını bile bile sahaya çıkıp da kariyerine kötü izler bırakmayı göze alabilir ki?..
Evrensel'i Takip Et