‘Kızışmış’ bir spor ortamı için...

Spor medyamız işinde pek mahir(!) Taraftarların duygularına hitap etmeyi iyi biliyorlar. Yüksek dozda şiddet, milliyetçilik ve erillik içeren dille coşkulu(!) bir atmosfer yaratmakta üstlerine yok. Bu dil, gerilim üzerinden planladıkları rant hesaplarını (hedeflerini) gerçekleştirmelerine hizmet ederken aynı zamanda düzen sahiplerinin ihtiyaç duyduğu politik, ideolojik bakış açısının yaygınlaşmasına ve kemikleşmesine de katkıda bulunuyor...
Endüstri, çıkarı öyle gerektirdiği için sporu savaşla özdeşleştiriyor. Kulüp yöneticileri ve medya, “kızışmış” bir spor ortamının yüksek getirisinden vazgeçebilir mi?..
Neredeyse bütün statlara “arena” ismi verilmesi boşuna mı? O da yetmiyor, üstüne bir de mabet nitelemesiyle statlar kutsallaştırılıyor. Stadımız, bizim kutsal savaş mekanımız!.. Orada; vurur, kırar, parçalar kazanırız... Karşımızdaki rakip değil, düşman!.. Onu alt edebilmek için ne gerekiyorsa (Tabii bu gereklilik durumu içinde, etik sınırların ötesine geçmemek gibi bir kaygı yer almıyor) yaparız. İşte, spor algımızın özeti bu...
Bir gazetenin yazdığına göre, Beşiktaş Teknik Direktörü Carlos Carvalhal, Atletico Madrid deplasmanına giderken uçakta “Gladyatör” filmini izlemiş. Filmden etkilenen Carvalhal, oyuncularından Atletico Madrid karşısında gladyatör gibi savaşmalarını istemiş!.. Tabii uygun bir görselle haberi inandırıcı kılmak lazım. Bir gladyatör fotoğrafına, fotoşopla Carvalhal kellesi eklendi mi, o iş de tamam... Al sana dört dörtlük haber!.. İnsanlara düpedüz geri zekalı muamelesi yapıyorlar. Ama eminiz bu haberi büyük bir keyifle okuyan pek çok kişi de olmuştur... İyi ki uçakta komedi filmi izlememiş Carvalhal. O zaman takımı için kim bilir nasıl bir oyun stratejisi belirlerdi...
Spor medyasının diline doladığı bir de “Portekiz çetesi” lafı var. Beşiktaş’ın 4 Portekizli oyuncusunu ima ettikleri çete ifadesini olumlu anlamda kullanıyorlar. “Çete bunu yaptı”, “Çete şunu yaptı”, “Çete böyle istedi”, “Çete damgasını vurdu” gibi başlıklar atıyorlar. Bu gazeteleri, henüz kişilikleri oluşma aşamasında bulunan ve dış etkilenimlere son derece açık duygusal yapıya sahip çocuklar ve gençler de okuyor. Çocukların ve gençlerin, bu tür söylemlerden nasıl etkilenebileceklerini tahmin edemiyorlar mı?.. Bu kadar mı duyarsızlar?.. Yoksa, çete övgüsünün, toplumsal hayata şiddet tohumu ekmek anlamına geldiğinin farkına varılmasını engelleyen derin bir aymazlık mıdır söz konusu olan?..
Medyanın spor terminolojisinde yer alan; savaş, katil, silah, silahşor, çete, bomba, cephane, ateş, saldırı, kuşatmak, imha etmek, parçalamak, vurmak gibi şiddeti besleyen ve yeniden üreten kavramların yanı sıra bir de imparator, prens, kral, efsane gibi unvanların bazı insanlara yakıştırılması var. Kendilerince güçlü ve olağanüstü özelliklere sahip karakterler yaratıp sonra da onlara tapı(nı)yorlar. Güce tapmak, güçlüden yana tavır takınmak, güçlü ile beklenti-çıkar ilişkisine girmek spor medyasının en başta gelen özelliklerinden birisi ne de olsa... Arada sırada güçlüden yenen fırçaları sindirmek hiç sorun yaratmaz. Sindirim sistemi güçlüdür spor medyamızın...
Milliyetçiliği de asla ihmal etmez spor medyası. Real Madrid’in Trabzonsporlu Burak Yılmaz ile ilgilenmesini, “Real, bu Türk’ün peşinde” başlığıyla verirler. Sanki Real Madrid’i etkileyen, Burak Yılmaz’ın futbolculuğu değil de Türklüğüymüş gibi.
Spor medyası her fırsatta insanların bilinç altına Türklüğün övünç duyulası ve başkalarında hayranlık uyandıran bir kimlik olduğu düşüncesini pompalıyor. Yoğun milliyetçi söylemlere maruz kalan insanlar bunun sonucunda farklı kimliklere alt unsur gözüyle bakmayı içselleştiriyorlar. Bir kimliğin gurur kaynağı yapılıp diğerlerinin horlandığı, dışlandığı bir toplumda barış arayışını olumlu bir sonuca bağlamak hiç kolay değil kuşkusuz. Hem çoğunluğun gönlünü okşamak hem de çoğunluğun duygularını ranta dönüştürmek için kullanılan milliyetçi dil, barışa uzanan yol üzerinde en ciddi engellerden birisini oluşturuyor... Spor medyası da bu engele “kan” vermeyi kendisine görev biliyor.


SANSASYONEL HABERLER!

Spor medyamızın kulağı da pek bir delik. Bu özellikleri hayal güçleriyle birleşince ortaya birbirinden çarpıcı(!) haberler çıkıyor. Haberin içinde, haber kaynağı olarak çoğu kez, “Yakın çevresine söylediğine göre...” ya da “Yakın çevresinden alınan bilgiye göre...” gibi gülünç ifadeler yer alsa da sansasyonel habercilikten (Buna yalan habercilik de diyebiliriz) asla ödün vermiyorlar.
Mesela eski Federasyon Başkanı Mehmet Ali Aydınlar’ı Fenerbahçe başkanlığına aday yapıyorlar. Hem de başkanlık döneminde neler yapacağının anlatıldığı ayrıntılı planlar, projeler eşliğinde. Sonra Mehmet Ali Aydınlar bir açıklama yapıp bu iddiaların hepsinin hayal ürünü olduğunu belirtiyor. Aslında gülünüp geçilecek kadar masum görünmüyor bu haber. Fırsatçı konumuna soktukları Mehmet Ali Aydınlar üzerinden Aziz Yıldırım’ın “Kulübü ele geçirmek istiyorlar” tezini doğrulamaya çalışmak gibi bir niyetleri olabilir mi?..
Aykut Kocaman ile Emre Belözoğlu arasındaki ikili görüşmede neler konuşulduğunu yine “kulakları uzun” medyamız sayesinde öğreniyoruz. Emre, sezon sonunda mukavelesinin biteceğini hatırlatarak önümüzdeki sezonlar için kendisiyle ilgili olarak ne düşünüldüğünü sormuş. Aykut Kocaman, “Emre hâlâ anlamadın mı, gelecek sezon seni bu takımda görmek istemiyorum” diye yanıt vermiş... Sayfa manşeti yapılmış bu konuşmayı Aykut Kocaman yalanladı. Peki, haberi yapanlarda utanma var mı?.. Ne gezer?.. Yalanlana yalanlana iyice yalama olmuşlar.
Bir de derbi öncelerinde gerilimi yükseltmek amacıyla uyguladıkları klasik yöntemleri var. Futbolcuların ağzından taraftarlar üzerinde öfke yaratacak birtakım açıklamalara yer veriyorlar. “Bu sözler Fenerbahçelileri çok kızdıracak” başlığıyla mesela Necati Ateş’in, “Fenerbahçe’nin evindeki yenilmezlik serisine son vererek onlara büyük bir acı yaşatacağız” gibisinden laflar ettiğini yazıyorlar. Tabii kaynak belli. Necati’nin bu sözleri yakın çevresine söylediğini öğrenmiş medyamız. Sonra da oradan alıp haberleştirmiş.
Yalanı bir tarz olarak benimsemiş bu medya mı sporun temizlenmesine önayak olacak?..


ÖZÜR!

Sporda alınan skor üzerinden özür dilemek diye bir şey olabilir mi?.. Sporcular spor alanına çıkar, herkes elinden geleni ortaya koyar. O gün düşündüklerini daha iyi uygulayan taraf rakibini yener. Bu, spor aktivitesinin doğal bir süreci. Takımlar mücadele eder, sonuçta skor olarak 3 ihtimalden birisi gerçekleşir. Yani ortada özür gerektirecek bir suç ya da kabahat yoktur. Sadece gereksiz yere gördüğü kartla takımını eksik bırakan oyuncular için özür dilemek söz konusu olabilir. Ama bakıyoruz artık her yenilgi ya da her puan kaybının ardından bir özür trafiği başlıyor. Bunu basit bir taraftar yalakalığı olarak görmemek lazım.
Skor saplantılı bir spor kültürümüz var. Özür alışkanlığı, insanların, spor karşılaşmalarından çıkacak her türlü sonucu doğal karşılamasını, olgun bir şekilde sindirmesini engelleyerek skor saplantısını daha da güçlendiriyor. Taraftarlar memnun kalmadıkları skoru, suçla özdeşleştirebiliyorlar. Özür müessesesi nedeniyle, spor kültürünü skor saplantısından arındırabilmek giderek zorlaşıyor. Skor ile özür arasındaki bağlantı koparılmadığı sürece sağlıklı bir spor kültürüne ulaşmak mümkün görünmüyor.

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et