20 Mart 2012 09:23

Poyrazoğlu, başınıza aşk düşmesini diliyor: Beni yeniden sev

Poyrazoğlu, başınıza aşk düşmesini diliyor: Beni yeniden sev

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, Alphonso Paso’nun (1926-1978) 1966 yılında yazdığı “Querido Profesor-Sevgili Öğretmenim” başlıklı oyununu “Beni Yeniden Sev” olarak değiştirerek ve Özdemir Çiftçioğlu’nun yönetiminde sahnelemekte. “Querido Profesor”, zamanında Paso’nun başrolünü Irene Gutierrez Cava ile paylaştığı filme de konu olmuş. Sonuç itibariyle, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosunun 40. yılı vesilesiyle bizzat yazarın kızı Almudena Paso tarafından özel olarak İngilizceye çevrilip Ali Poyrazoğlu’na sunulmuş. Poyrazoğlu da, oyunu almış dilimize kazandırmış ve koşullarımıza uyarlamış. Oyunda, konu itibariyle her an, her insan topluluğunda olabilecek olan, yani “aşk çarpması” işleniyor. İspanyol tiyatrosunun Çehov’u olarak tanımlanan Alphonso Paso’nun evliliğe ve aşk olgusuna bakışı, seyirciye Özdemir Çiftçioğlu’nun gözü, Ali Poyrazoğlu’nun gözlemiyle aktarılıyor.
Özel Zafer Akşam Lisesinin 60 yaşındaki Matematik Öğretmeni Mahzun Hoca (Ali Poyrazoğlu), Suna Hanım (Neriman Uğur) ile evlidir, çiftin çocukları olmamıştır. Mazbut mu mazbut bir yaşamı olan, hayli içine kapanık Mahzun Hoca’nın günlerden bir gün kendisine yapılan bir şaka sonucu “başına aşk” düşüyor ve Öğrencisi Bahar’a (Güneş Emir) aşık oluyor. Aşk, Mahzun Hoca’yı (doğal olarak) bir anda bambaşka bir karaktere dönüştürüyor, her şeyi feda edebilecek duruma getiriyor. Sonra…
Yok öyle şey!
Sonrası gidilecek, bu oyun izlenecek.

YARATICI EKIP

Siz bu oyunu izlemeyi sakın savsaklamayın, ama benim “kuş bakışı” gözlemimi de sakın okumazlık yapmayın. Şıpın işi deyivereyim, “Querido Profesor”u Ali Poyrazoğlu’nun yerel koşulları ve yerel özellikleri göz önünde tutarak uygun biçimde dilimize çevirişi, çıkarmalar ve eklemeler yaparak uyarlayışı her zaman olduğu gibi bu kere de fevkalade ustaca. Ali Poyrazoğlu çeviride, gene kültürün sözcüklerde değil, ruhunda bulunması olgusunu önemsemiş. Oyunun sahne tasarımını Çağdaş Erçetin ile Sırrı Topraktepe halletmiş. İkilinin çalışması, Özdemir Çiftçioğlu yorumunun asal ve dinamik bir parçası olamamış, ikincil planda salt görsel bir öğe nitelinden çıkamamış, ama oyun konusunun geçtiği yerleri (Mahzun Hoca’nın evindeki salon/okuldaki sınıf) biçim, kalıp, karikatürize ediş ve renkle olabildiğince yalın biçimde yansıtmış. Kimin kotardığını bilemediğim ışık tasarımı da dekora iyi-kötü destek sağlamış. Ali Kök, uygun giysileri bulup buluşturmuş, ortaya anlatım öğesi olarak yerli yerinde düşünülmüş kostümler çıkmış. Yönetmen Özdemir Çiftçioğlu, sahneyi eylemin gereklerine uygun olarak dar sınırları içinde tasarlamış, sonra da eylemi bir sıra, bir düzen içinde sıralamış.  

‘KADİR GECESİ DOĞAN’ GENÇ OYUNCULAR

Yazının tam da burasında, sıra oyunculukların değerlendirmesine geldiğinde, Ali Poyrazoğlu’nun çok önemli bir özelliğine değinecek, genç oyunculara olanak tanımasına teşekkür borçlu olduğumuzun altını çizeceğim.
Öyle değil mi ama?
“Bir genç oyuncu için Ali Poyrazoğlu’nun karşısında, Bülent Kayabaş’ın yanı başında, Neriman Uğur’un kıyısında oynamak o oyuncu açısından “Kadir Gecesi doğmak anlamına gelmezse ne anlama gelir sizce” diye sual eyleyeceğim. Ali Poyrazoğlu’nun emeklerini, güvenini boşa çıkarmadıkları için, genç oyuncuları huzurlarınızda alınlarından öpeceğim. Örneğin, Nur Eraslan’ın çok şirin bir Gizem karakteri çizdiğini, rolünü de sevdiğini söyleyecek, “Gizem’ rolüne dönük olası tüm yaklaşımları bilmiş, anlamış. Helal olsun” diyeceğim.
Sonra sözü bu sezonun başında Cevat tiplemesiyle benden “aferin” kapan (Bkz: Evrensel-14 Aralık 2011/ “İnsanın ve Tiyatronun İki Maskesi Aynı Sahnede: ‘Beni Unutma”) Hakan Bulut’a getireceğim. Bulut’un, Ozan rolünün içerdiklerini iyi araştırdığından, yaratıcı coşkularının dizginlerini gayet düzenli koyuverdiğinden, “şevk” yaratmak gibi zorlu bir görevi başarıyla yerine getirdiğinden söz edeceğim.  Ümit Kantarcılar için, Cenk’in sadece karakterini ortaya koymadığını, karakterin duyumsadıklarını da seyirciye başarıyla yansıttığını söyleyeceğim, ama gene de ne yapıp edip “Eleştirmen Amca”lığımı gösterip, tümcelerin ses aralığına dikkat etmesi gerektiği gerçeğini deyivereceğim.
Bahar’da Güneş Emir’e gelinceee… Sahneye yakıştığından söz edecek, karşıtlıklar arasındaki bağlantıyı vurucu olarak kullanmayı öğrenmiş olmasını öveceğim. Konular arasındaki bağlantıyı başarıyla kurduğu gibi, uygun tercihi yaparak, görünen komik gerçeklerin altındaki dramatik yanı da ortaya çıkartabilme becerisinden gelecek için ümitleneceğim, ama karaktere hareket diliyle yaklaşırken, duygu katmayı da ihmal etmemesini önermeden de geçmeyeceğim.

SIRA ‘ERİŞKIN’ OYUNCULARA GELDİĞİNDE

İyi de, “onlar”, yani “yetişkinler” nasıl oynuyor?
“Onlar”dan Nur Gürkan, Nazan’da, görevini kusursuz yerine getiriyor. Bursa Devlet Tiyatrosu’ndan (özellikle “Orkestra” oyunundaki Fania Fénélon karakteriyle bunca yıldır bende iz bırakangillerden) tanıdığım Usta Oyuncu Neriman Uğur, Suna’nın fiziksel biçimlendirilmesinde gerekli karakteristik coşkuları ifade etme yöntemlerini pek güzel işletiyor. Suna’yı aktarmada kullandığı tonlama, jest, hareket, aksiyon ve yüz ifadesi müsrifliğiyle(!) doğrusu tarafımdan özel olarak alkışlanmayı hak ediyor. Bülent Kayabaş ise, Muzaffer Hoca’nın tüm içsel malzemesini toplamış, billurlaştırmış, karaktere hareket diliyle yaklaşırken, duygu katmayı da ihmal etmiyor.

ADI ALİ POYRAZOĞLU OLAN BİR FENOMEN

Yılların tiyatrocusu Ali Poyrazoğlu nam fenomen, oyun boyunca dram ile komediyi harmanlamakta, Mahzun Hoca’yı yaratıcı bir biçimde ele almakta. Çok renkli paletindeki malzemesine ustaca hakim olmasını, deneyimi sayesinde elbette biliyor, ama o malzemeleri iradesinin denetimi altında tutuşuyla, sanırım pek çok meslektaşını bu oyunda da kıskandırıyor.
Hareket alanında, vücudunu biçime kolayca dahil ederek gene şaşırtıyor.
Ali Poyrazoğlu “Beni Yeniden Sev”de de rol yapmıyor.
Rol yapmıyor, sadece Mahzun Hoca’ya can üfürüyor.


TELEVİZYON KUMANDALARI BİZE KUMANDA ETMEMELİ: CANLI YAYIN

Quentin Tarantino tarzı filmler yapan bir yönetmenin, oyuncu olmak isteyen bir playboy kızıyla aşna fişne halindeyken, katil bir çift tarafından rehin alınmalarıyla gelişen olayların işlendiği “Pop Corn (1996)”, yeni kurulan Tiyatro Sahnekârlar grubu tarafından sahneleniyor. Ben Elton’ın  (1959) aynı adı taşıyan romanından uyarlanan oyunu, 1998-1999 sezonunda Haldun Dormen yönetmişti, anımsıyorum. Dormen Tiyatrosu yapımı oyunda Kerem Atabeyoğlu’nu, Güneş Berberoğlu’nu, Halit Ergenç’i, Kaan Çakır’ı,  Şebnem Özinal’ı, Gülbin Yeşil’i, Selin Tümer’i, Seda Dinler’i ve Mert Özger’i dün gibi gözlerimin önüne getirebiliyorum. O tarihte “Türk tiyatro tarihinin en cesur oyunu” olarak tanıtılan oyunun dekorlarını Osman Şengezer, kostümlerini Güler Yiğit yapmıştı, çok iyi biliyorum. Şiddet ve cinselliği, toplumsal şiddetin nedenini, dahası sorumlularını sorgulayan “Pop Corn”, gene Tarık Günersel’in çevirisiyle (Şiddet Market/Om Yayını) ve Bora Severcan’ın toplumsal, bireysel, cinsel, kısaca her türlü şiddet, cinnet, cinayet, sürekli yükselen suç oranları, çarpık kentleşme ve bunlarda medyanın rolünü büyüteç altına aldığı uyarlaması ve rejisiyle izlenmekte.   

O EKLER NEDEN VAR!

Bora Severcan, (hangi nedenle uyarlama gereğini duyduğunu anlayamadığım ve) adını “Canlı Yayın” olarak değiştirdiği oyununda, çağımızın önlenemez belası toplumsal histerinin yanı sıra, seyirlik olarak pek sevdiğimiz cinselliği, şiddeti ve bunların medya tarafından nasıl ve nasıl orantısız sömürülüşünü kara mizah biçemi içinde seyirciye aktarıyor. Aktarırken  “Müjde Ar”, “Erol Taş”, “Adnan Menderes”, “Deniz Geçmiş”, “Ali Kaptan”, “Fatmagül”, “Nuri Bilge Ceylan”, “RTÜK” eklerini neden kullanıyor anlayamıyorum, ama rahatça söyleyebilirim, bu ekler fevkalade yapaylık yaratıyor. “Silah alev aldı” ve benzeri Türkçe hataları da Tarık Günersel’in olamayacağına göre, bu garip Türkçenin vebali de ister istemez üzerinde kalıyor. Meltem Severcan, bire bir gerçekçi ve otantik, ama içine oturtulduğu biçim açısından da o kadar “marjinal” gerçeklikte dekor tasarlamış. Melda Gür’ün kostümleri de karakterlere uyum sağlamış. Özellikle, Sevda Işık karakterine giydirdiği kısa gece giysisi pek zevkli. El sürülmemiş ışık tasarımıysa kötü üstü.   

‘SANATTA KENDİNİ DEĞİL, KENDİNDE SANATI SEVME’ MESELESİ

Kameraman’da Onur Bilge, Sesçi’de Sevilay Şimşek görevlerini aksatmadan yaparlarken; Sefa Zengin, “hangi sekansta daha çok kan akıtarak başarılı olabilirim” diye düşünen film yönetmeni Selim Cihangir’in (özgün metinde Bruce Delamitri) kendisiyle ve şiddetle hesaplaşmasında olabildiğince başarılı. “Çok genç” Oyuncu Hazal Erdal, Selim’in kızı Gözde karakterine başarıyla can verirken, ilerisi için de umut salgılıyor. Emektar Oyuncu Ayşen Gruda, Behiye Bozoy’un kişiliğini ve ruhsal durumundaki değişimleri yansıtmada hayli yetersiz. Sunuculuktan yetme “güzel kız” Yeliz Şar, soyunarak ünlü olan ve  her fırsatta oyuncu olduğunu  dile getiren Sevda Işık rolünde  belli bir düzeyi tutturuyor, gerçekten tutturuyor tutturmasına da, ses ve vücut açısından en alt ve en üst sınırı kendisi saptamayı şimdilik bilmiyor. Selim’in para düşkünü alkolik karısı Feriha’da Aydan Burhan son derece etkisiz. Vücudunu ve sesini uyumlu kullanamadığı gibi, ne yazık ki esnekliğe de uyum sağlayamıyor.
Katil çiftten biri olan (“Leyla’nın Evi”nden sonra ilk kez izlediğim) Volkan Severcan, her oyununda alışageldiğimiz “sanatta kendini değil, kendinde sanatı sevmeyi” bu oyunda da oyunculuğuyla sürdürüyor. Oyunculuğunda tutarlılığı ve bütünselliği bu kere korumakta… Bağırma tonlaması yer yer kontrolsüz, ama Mutlu Korkut karakterinin duygularını gayet iyi sahipleniyor. Melda Gür ise, bence Hatice Korkut karakterine komedi ögeleri yamayarak hata ediyor. Repliklerindeki tümceler için emek sarf ediyor, ama bu emek yetmiyor, Ben Elton’ın ak sayfa üzerine yazdıklarını ölü kalmaktan kurtaramıyor. Sahnedeki dramatik anlamı ve önemi olan her tiyatroluk düşünce Melda Gür aracılığıyla seyirciye ulaşması gerekirken, “o düşünce” çok yerde ortada kalıyor, seyirciye geçmiyor.
Kısacası oyundan da özün özü olarak çıkıyor ki şiddet, beyazcamdan çıkıp, her gün her dakika bütün gücüyle şiddete karşı olan direnme gücümüzü yok etmekte.
Anlaşılan, televizyonun karşısında oturuyorsak demek ki çok tehlikeli bir yerdeyiz, televizyonlarımızın kumandalarına kumanda etmeliyiz.   
Tiyatro Sahnekârlar bizi “Canlı Yayın”da uyarıyor.

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa