Zulm ile bidad ve bahara uyanış!
Yaşam ve ölümün dinsel ya da diğer felsefi akımlarca öngörülen “birliği” ve “yakınlığı”nın, somut-güncel en pratik, çarpıcı ve en çok örneğinin yaşandığı bir ülkedir Türkiye. Resmi literatürü ve söyleminde “demokratik-laik ve sosyal hukuk devleti” olduğu ileri sürülen devlet sistemi ve yönetme politikası gerçekte, zulm ile hakim olmayı esas almaktadır. Devlet ne laik, ne demokratik ne de eşit haklara dayalı oluş bakımından hukukidir. “Demokratikleşme”nin yalandan ibaret olduğu ise, her günkü yaşam ilişkileri içinde, “biz devletiz!” diyen egemen güçlerin, hakları için mücadeleci bir tutum alan insanlara yönelttikleri saldırılarla somuttur. Hakkının bilincine varan, insan olduğunu ve insani yaşamın da gerekleri bulunduğunu; bunlara sahip olmaksızın insanın “insan” görünümlü, ve fakat başkaları tarafından kullanılabilir bir eşyadan farksız hale geleceği bilinciyle hak arayışına yönelen, bunun için direnen herkes saldırının; zulmün hedefine girmektedir. “Zulm ile bidad olunmaz” denmiştir ama, sermaye yönetimlerinin baskı ve teröre baş vurmadan yönettiklerine dair bir tek örnek bile yoktur. Zulme taç yıldızı takılıdır ve tiran(lar)ın yaldızlanmış başlarından halka karşı savrulan kin, öfke ve intikamın çıplak ya da yalanla örtülü halidir.
İstanbul’da, yere düşmüş “eylemci”yi tekmeleyen “sorumlu vatandaş”ların oluşturduğu “renkli enstantane” de, Kütahya-Emet’te Kürt inşaat işçilerini ateşe vermeye çalışan aldatılmış ya da bilinçli ırkçı güruhu harekete geçiren de, zulme; baskı ve yasağa dayalı bu hem ırkçı hem de terörist yönetme anlayışının tezahürü; can ve kan bulmasıdır. AKP’li belediye başkanı ve kaymakamın açıkladıkları üzere, “devletine-milletine bağlı Emetli vatandaş” ın “sorumluluğunu yerine getirme”sini sağlayan; yani, “ekmek parası” ve yaşam hakkı için orada bulunan, ama kendilerinden farklı ulusal kimliğiyle de özgürlük ve hak eşitliği isteyenlere saldırısını gündeme getiren bu yönetme-hükmetme-egemen olma anlayışıdır. Başbakan ve bakanlarının, iktidar valileri ve savcılarının, devlet mekanizmasını hakları için, eşitlik ve özgürlük fikriyle; insan olmanın asgari ve zorunlu gerekliliklerini talep ederek, bunlara sahip olmak amacıyla direnenlere karşı, bir savaş aygıtı olarak kullanmayı hak bildikleri/saydıkları bir ülkede, Kürtlere, Alevilere, işçilere, kadın emekçilere, gençlere karşı; ve hatta çocuklara karşı “savaşa atılma”yı “vatan bekçiliği” sayıp talep eder hale geliş, artık çok da zor olmaz. Etnik kökeni ve muhalif kimliği nedeniyle Hrant Dink’i kurşunlayıp öldüren tetikçiyle teşvik fotoğrafı çektiren polis memurunun emniyet müdürü olarak taltif edildiği, hemen tüm kontra vakalarında adı geçen polis şefinin emniyet genel müdür yardımcısı yapıldığı, tüm devlet organlarının tarikat-cemaat-camia militanlarıyla doldurulup, savcıların polis ve bakanların başbakanın ağız ve el-kol hareketlerine bakıp yön belirledikleri, parlamentosunda muhalif burjuva partileri ve milletvekillerinin konuşma olanağı bulmalarının giderek zorlaştığı bir ülkede, demokrasi, hak- hukuk, özgürlük kavramları, artık yalnızca sermaye çıkarlarını esas alan iktidar yalanlarının pazarlanmasında işlevlidir.
Böyle bir ortamda, artık ne bayramını bayram gibi kutlama özgürlüğü vardır ne de “ben milleti temsil ediyorum” vehabına kapılmış, kendisiyle aynı düşünce ve inançta olmayan herkesi “millet dışı” gördüğünü açık etmekten kaçınmayan bir “zihniyet”in, yönetim sopasının muhaliflerin sırtından indiği bir tek gün! Kaynağını halkların binlerce yıllık tarihinden alıp zulme karşı direncin,; yeniye uyanış ve yeni ve özgür bir yaşamın sembolüne dönüşmüş Newroz’ların “An Azadi, An Azadi!” şiarlarıyla kutlanmasına gösterilen tahammülsüzlük ve öfke bilenmesi; onbinlerin üzerine silahlı polis birliklerinin gönderilmesi, valilerin sıkıyönetim paşaları hükmünde kararlar açıklamaları, savcıların “simültane” soruşturmalar başlatmaları, artık vaka-ı adiyedendir. Her ay 50-60 işçi iş kazalarında hayatını kaybeder, yüzlercesi işten atılır, itiraz ederse “Ergenekoncu” ilan edilirler. İktidarı eleştirenler “bölücü terör destekçileri”; muhalifler “Ergenekoncu”dur, artık! ‘Bayramlaşan’ Kürt’ün üzerine ateş açılır, Alevi yakılır. Ülkenin başbakanı, Sivas’ta Alevi ve aydınları ateşe verenleri koruyan mahkeme kararını, benzer eylemleri teşvik eder gibi, “ülkeye ve millete hayırlı olsun!” diye kutsar. İşçiler yanar, on yıldır işbaşında olan hükümetin sözcüleri, on milyonların gözüne baka baka, “sermayenin hükümeti olmadıkları” yalanıyla tepkileri önleme taktiğine sarılır ve işçilerin talebine karşın gündeme getirmekten kaçındığı “ iş güvenliği yasası”ndan söz ederek, üstelik “desteğini artırma” kurnazlığına soyunurlar. Yaşam ölümden “beter” hale getirilmiştir de, yaşamı ölümden beter toplulukların bir bölümünün, çok çeşitli nedenlerle, yaşamı kendileri için zindana çevirenlerin yanında duruyor olmaları, bu zulüm politikalarının “millet” adına sürdürülmesini kolaylaştırır.
Ama yine de, evet, “Zulm ile bidad olunmaz!” İşte yüz binler, bahar renkli giysileriyle alanlarda, insanın tüm tarihi boyunca bulup icat ettiği en önemli gelişmelerden biri olan ateşin etrafındaki halaylarıyla özgür geleceğe inanç ve umutlarını haykırıyorlar! Artık daha açık, daha net dile getiriliyor: “Burası Kürdistan, başkenti de Amed’dir!” İnkar ve yasak ayak altında demektir. İşte, küçük küçük işçi grupları, hakları için ve insani yaşam özlemleriyle direnişteler. Zindanlara doldurulmuş genç insanlar, gazeteciler, bilim insanları, çeşitli meslek gruplarından emekçiler, ve tüm sakatlayıcı gaddar politikaların hedefindeki çocuklar, o karanlık hücrelerden direnişe merhaba diyorlar. Zindanla uslandırılmak istenen muhalif gazeteci, iktidar yalakası ve sermaye düzeninin en önemli savaş araçlarından biri olan medyanın zehirli manipülasyonuna karşın, “mücadeleye devam” diyor.
Bu da, yeni bir bahara uyanışın renk çeşitliliği içinde mayalanan direnişin, tüm ezilenleri ve bütün halkları selamlamasıdır. Gelişip gürbüzleşmesi, özgürlük savaşçılarının mücadeleci kararlılıklarıyla bağlı bu bahar filizlenmesinin kökleri halkın ‘bitimsiz’ toprağındadır ve geleceği kazanacak olan odur.
EVRENSEL'İNMANŞETİ

Peşkeşe ‘dur’ de!
Çayırhan Termik Santralinin özelleştirilmesi için alınan ve genelde mal değerinin yüzde 10 düzeyinde belirlenen geçici teminat bedeli 250 milyon TL oldu. Bu bedel madenin sadece 3.5 günlük kazancına denk geliyor. Satışa karşı direnişi sürdüren madenciler, ‘Yağmayı durduralım’ çağrısı yaptı.
Evrensel'i Takip Et